- 0 Yorum
- 84 görüntüleme
- zeynep_sunal içinde Define İşaretleri
Jump to content
Yetişkin (+18) Konuları
cicceekk tarafından yapılan son konu,
Yaşlı erkek ve genç kız... Uyumsuz bir birliktelik gibi gözükse de onlar aslında çok mutlu... Peki ama neden? Genç kız acaba o yaşlı erkekte neler buluyor olabilir?
İşin magazinsel boyutunu bir kenara bırakıp biraz da espritüel bir şekilde genç kızlar neden yaşlı erkeklerle birlikte olmak ister sorusuna birlikte cevap aramaya ne dersiniz?
1. Askerlik, iş bulma gibi nedenlerle uğraşmazsınız. O artık hayatını kurmuş bir erkektir.
2. Para durumları işleri güçleri oturduğundan daha iyidir.
3. Onu ailenizle tanıştırırken göğsünüzü gere gere tanıştırırsınız. Ne de olsa adam gibi adamdır artık.
4. Arkadaşlarıyla güç gösterisine girmezler.
5. Onunla bir bara ya da restorana gittiğinizde etrafını kesmezler.
6. "Beni aldatıyor mu?" düşüncesine daha az kapılırsınız. Eh 20'lik ateş değil ne de olsa.
7. "Şimdi nerede ve ne yapıyor?" diye düşünmezsiniz. Çünkü o artık bar, disko ve gece hayatını bırakmıştır. Sakin sakin evinde oturuyordur.
8. Çoğu şeye doymuştur artık o, siz onun gerçek "bir tanesi"sinizdir.
9. Eski defterleri fazla karıştırmazlar. Geçmiş geçmişte kalmıştır.
10. Onlar yalnız geleceğe bakarlar.
11. Giydiğiniz dekoltelere, minilere daha az takılırlar.
12. Onlar "olayları" artık "aşmış"lardır. Ufak tefek detaylarla uğraşmazlar.
13. Eski hatalarını tekrarlamazlar. Ne de olsa bunlardan yeterince ders almışlardır.
14. Eski kız arkadaşlarının fotoğraflarını odalarının bir köşesinde ya da cüzdanlarında taşımazlar.
15. "Eski kız arkadaşım da şöyleydi" cümleleriyle söze başlamazlar.
16. Geleceğe yönelik planları daha kolay kurarlar.
17. Daha çok özen gösterirler. Arada babacanlığa da geçerler.
18. Göğsüne başınızı dayadığınızda kendinizi kelimenin tam anlamıyla "güçlü" ve "güvenli" kollarda hissedersiniz.
19. Her an hissetlikleri şeyleri daha rahat söylerler ve duygularını daha sık dile getirirler.
20. "Seni seviyorum" cümlesini kurmakta o kadar zorlanmazlar.
21. "Kadın" dilini daha iyi anlarlar.
22. Kıyafet, eşya vb. seçimlerde sizi yanlarından ayırmazlar. Onlar artık kadınların daha zevkli ve daha iyi alışverişçiler olduğunu kabul etmişlerdir.
23. Ne istediklerini daha iyi bilirler ve hedefe yönelmek için anında harekete geçerler.
24. Size kendilerini beğendirmek için daha çok çaba sarf ederler. Aslında daha oturmuş olduklarından kendilerine neyin, ne kadar yakıştığını daha iyi bilirler.
25. Sizi kaybetmekten gerçekten korkarlar. Sizin gibi çıtırı bulmuştur bir kere... Size keyfini çıkarmak kalır.
26. Sizinle konuşurken kelimeleri daha özenli seçerler.
27. Sohbetleri daha keyifli ve doludur. Kadınlarla da sohbet edilebildiğini anlamışlardır.
28. Zaman kavramı onlar için önemlidir. Her anı artık dolu dolu yaşamak isterler.
29. Onlar size kendinizi gerçek bir "kadın" gibi hissettirirler. Ne de olsa tecrübe!
30. Ve en önemlisi "ön sevişmenin" kadınlar için ne kadar önemli olduğunu artık bilirler ve ön sevişmeyi mümkün olduğu kadar uzatırlar. Böylece sizi daha mutlu ederler.
Kategori Dışı Konular
izmirli tarafından yapılan son konu,
Her yıl olduğu gibi bu yılda yaz sezonuyla birlikte özellikle kendini gösteren In ve outlar mevcut, neden özellikle yaz sezonuyla diyorum çünkü; kış aylarında her ne kadar moda’yı takip etsek de moda kabanımızın içinde kalıyor…
Moda da ın'lere baktığımızda; 90’ların o nostaljik havasıyla vatka, bu yaz da omuzları süsleyecek. Bazılarımıza göre vatka kurtarıcıyken bazı geniş omuzlara sahip arkadaşlarımızın korkulu rüyası olabilir. Abartmış gibi görünsem de haklıyım, nedeni de şu ki; bir mağazaya gidiyorsunuz çok beğendiğiniz bir bluz ve aman Allah'ım o da ne, omuzlarında kocaman kauçuklar …
Bir diğer ın ise, bu kış da her kıyafette detaylandırılan deri … ama bu defa detay olarak değil dar bir pantolon olarak gardrobumuzu süslüyor. Bunun yanı sıra bir de, boyfriend pantolon dediğimiz bol kesim erkek tipi pantolonlar, özellikle rahatlığıyla ön palanda söylemedi demeyin! bu yıl anlaşılan kadın modasında erkeklere özenti var çünkü sanki erkek arkadaşınızın ceketini giymişsiniz gibi uzun ve bol kesim ceketler yine ın’ler arasında ...
Kış aylarında fazlasıyla gördüğümüz bilekte biten botları, bahar aylarında ve yaz aylarında da görmeye devam edeceğiz çünkü; çok sevildiğini düşünen ünlü ayakkabı markaları bu defa da burnu açık ve bantlı modellerle vitrinlerde yer almaya başladı bile….
Takı modasına gelince bir süredir devam eden kaba diye tabir edebileceğimiz, büyük ve renkli taşlı takılar ın olmayı koruyor. Bunun yanı sıra bazen renk uyumu bazense uyumsuzluğuyla yakaladığımız şıklığı yaz aylarının vazgeçilmezi bilezik bilekliklerle tamamlamak ın…
işte bir 90 lı çılgınlığı daha, bundan 5yıl önce yüksel bel denildiğinde ‘ıyyy o ne be’ cevabını veren gençlere şimdi sorun bakalım yüksek bel ne ifade ediyor, ve hepsinin dolabında en az bir tane var mı yok mu ?
Edebiyat eseri, bir dil ürünü olan yazılı ve sözlü eserlerin tümü. Edebiyat (Hikaye-Öykü); Beğendiğiniz yada kendinizin yazmış olduğu kısa hikayelerinizi ekleyebilirsiniz. Yaşanmış ya da yaşanabilecek şekilde tasarlanmış olayları kişilere bağlı olarak belli bir yer ve zaman içinde anlatan eserlere hikaye denir.
deryadeniz79 tarafından yapılan son konu,
Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.
Bir gün pencereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş... Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi için yalvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç hafta sonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzelmiş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını pencereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzel önce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine âşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifçe kızararak.
Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkân yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç fark etmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca her şey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!” diye seslenince cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.
Beslenme danışmanlığı, psiko-sosyal destek, fizyoterapi, çocuk gelişimi, bağımlılıkla ve obeziteyle mücadele, sağlıklı yaş alma ve toplumun yaşam kalitesini sağlık konuları..
deryadeniz79 tarafından yapılan son konu,
Kısa sürede oldukça zayıflatan diyetlere büyük bir talep var. Kimi diyetisyenler bu diyetlerin çok kısa sürede kilo verdirmesini sakıncalı bulsa da Amerikan Kalp Vakfı acilen kilo vermeleri gereken kalp hastalarına bu diyeti öneriyor.
Ancak 35 yaş üstü kişilerin ve sağlık problemi olanların Amerikan Kalp Vakfı'nın diyeti yapmamaları gerektiği baştan belirtiliyor. 3 günde tam 4.5 kilo verebileceğiniz bu diyeti üçüncü günün sonunda bırakmalı ve tekrar etmek istiyorsanız en az bir hafta ara vermelisiniz.
1. Gün
Kahvaltı
Yarım greyfurt
1 dilim tost ekmeği
2 çorba kaşığı fıstık ezmesi
Şekersiz çay / kahve
Öğle
Yarım porsiyon ton balığı
1 dilim tost ekmeği
Şekersiz kahve/çay/soda
Akşam
2 dilim et
1 tabak yeşil fasulye
1 küçük elma
1 tabak vanilyalı dondurma (3 top)
2. Gün
Kahvaltı
1 yumurta
Yarım muz
1 dilim tost ekmeği
Şekersiz çay/kahve
Öğle
1 tabak lor peyniri
3 tuzlu kraker
Akşam
2 sosis
1 tabak brokoli veya karnabahar
Yarım tabak havuç
Yarım muz
Yarım tabak vanilyalı dondurma (2 top)
3. Gün
Kahvaltı
5 tuzlu kraker
1 dilim cheddar peynir
1 küçük elma
Şekersiz kahve/çay
Öğle
1 katı yumurta
1 dilim tost ekmeği
Akşam
1 tabak ton balığı
1 tabak karnabahar
Yarım kavun
Yarım tabak vanilyalı dondurma (2 top)
6 ÖĞÜNLE ZAYIFLAYIN
Ünlüleri zayıflatmasıyla tanınan Haluk Saçaklı, hazırladığı diyet programları ve beslenme düzenleme teknikleriyle son günlerde adından en sık bahsedilen obezite uzmanı. Haluk Saçaklı davranış düzenleme tekniklerini Vitrin okuyucuları için şöyle özetledi: "Dayanamadınız ve atıştırmaya başladınız. Hemen kalbinizin sesini dinleyin. Kalbiniz eğer atıştırma sonrası kendinizi daha kötü hissedeceğinize dair uyarılar veriyorsa hemen soluklanın ve ortamdan uzaklaşın. Lokmalar arasında çatalınızı bırakmanız, yemek sırasında durup şöyle rahatça
sırtınızı sandalyeye dayamanız olumsuz duyguların uzaklaşmasını sağlayabilir. Yemeğe karşı oluşan bir anlık duygusal boşluk ortadan kalktığında kontrolün yiyecekte değil kendi ellerinizde olduğu anlayacaksınız.
Acıkmadan yemeğe başlamak büyük hatadır. Zira yemeği kesmek daha zor olacaktır. Yemek yemenizin fiziksel açlıktan olduğuna karar verdiğinizde acele etmeden, neyi ve neden yemek istediğinizi düşünerek hareket edin. Açlık ve iştahı iyi ayırt etmek gerekir. Bu ikiliyi çok iyi kontrol etmek gerekir. Açlık var olma mücadelesinin tehlikeli bir sinyalidir. İştah ise haz gereksiniminin göstergesidir.Tüm bu duyguları frenlemek için her şeyden önce güçlü olmak zorundayız. Güçlü olmanın ilk yolu 'hayır' demesini bilmekten geçiyor."
Örnek diyet programı:
Uyanınca
1 bardak oda sıcaklığında su
Kahvaltı
. 1 porsiyon mevsim meyvesi
. Şekersiz limonlu açık çay
. 1 ince dilim kepek ekmeği
. 1 kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir
. 4 adet yeşil ya da siyah zeytin
. 1 porsiyon domates - salatalık - yeşil biber
Kuşluk
. 1 porsiyon mevsim meyvesi
. 2 adet Şekersiz bitkisel çay
Öğle
. 2 adet köfte büyüklüğünde tavuk veya peynir ilaveli 1 porsiyon yeşil salata (1 tatlı kaşığı zeytinyağı ilave edin)
. 2 ince dilim kepek ekmeği
. 1 su bardağı diyet yoğurt
İkindi
. 1 porsiyon mevsim meyvesi
. 1/4 sokak simidi
. 1 kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir
. Şekersiz limonlu açık çay
Akşam
. 1 tatlı kaşığı zeytinyağı ile hazırlanmış 1 porsiyon 4 yemek kaşığı mevsim sebzesi veya sınırsız mevsim salatası
. 1 tatlı kaşığı zeytinyağı ile hazırlanmış 1.5 su bardağı kepekli makarna ya da pilav veya 12 yemek kaşığı kuru baklagil
. 1 su bardağı diyet yoğurt
Gece
. 1 porsiyon mevsim meyvesi
Yatarken
. 1 bardak oda sıcaklığında su
Sağlıklı yaşamanın birinci maddesi sağlıklı beslenmedir. Yediğiniz ve içtiğiniz gıdalara özen gösterdiğiniz sürece, hem fazla kilolardan kurtulursunuz, hemde sağlıklı bir yaşama kavuşursunuz. Buradaki diyet örnek olarak verilmiştir. Diyetin, doktor kontrolünde yapılması gerektiğini lütfen unutmayınız!!!
Kadın ve Erkek üzerine tartışmalar ve bilimsel konular...
deryadeniz79 tarafından yapılan son konu,
Eğer çapkınlık yapmak istiyorsanız bu uyarılarımızı mutlaka not alın. Mutlaka İşinize Yarayacaktır.
Kadınları ve Erkekleri Etkilemenin Püf Noktaları
Boğa burcunu iyi bir restoran etkiler. Koç'u parfümler. İşte astrolog Claire Petulengro'ya göre, insanı burcuna göre aşık etme yolları...
Koç Burcu: Önce güzel kokup kokmadığınıza özen gösterin. Lüks ve pahalı kokuları severler. Ucuz giyinmeyin.
Boğa Burcu: Hayatları yemek, seks ve para üzerine kurulduğundan iyi bir restoran, gece kulübünden daha etkili olur.
İkizler Burcu: Onu yeni açılmış bir yere götürün. Çok zor elde edilen rolü de oynamaya kalkmayın.
Yengeç Burcu: Biraz uzak durun. Onlar sırlarını koruyanlardan hoşlanırlar. Size güvenmesi zaman alacaktır.
Aslan Burcu: Ne kadar para kazandığınızı, başarınızın göstergesi olarak algılayacağı için kazancınızı bilmek ister.
Başak Burcu: Detaya çok dikkat ettiklerinden giyiminize ve saçınıza özen gösterin.
Terazi Burcu: Gülmeyi pek severler. Komik fıkralar ve hikayeler anlatın. Ama şarkı söylediklerinde sakın gülmeyin. Müziğe karşı kabiliyetleri olduğunu sanırlar.
Akrep Burcu: Kendiniz olun. Farklı görünmeye çalışanlardan hoşlanmazlar.
Yay Burcu: Onlarlayken alışılmış ve denenmiş metotlar kullanmayın. Yenilik severler.
Oğlak Burcu: Onun için ne kadar kazandığınız, hangi ülkeleri gördüğünüz, kimleri tanıdığınız önemlidir. iltifatı sever.
Kova Burcu: Kendilerini beğenmiş gibi görünürler ama aslında değildirler. Aptal hiç değildir. Romantiktirler.
Balık Burcu: Denizle ilgili her şeyi severler. İnsanlar hakkındaki kararlarında genelde yanılmazlar.
Cilt, saç ve kişisel bakımına özen gösterenlere özel güzellik ipuçları, bakım önerileri ve trendler ve öneriler...
deryadeniz79 tarafından yapılan son konu,
Cilt bakım ürünlerinin doğru kullanıldığında cilde inanılmaz etkileri vardır. Temizleyici, nemlendirici veya maskeler hakkında dermatologların söyleyebileceği bazı doğrular vardır.
İçeriğindeki "mucize" madde nedeniyle tercih edip her hafta yenisini satın aldığınız ürünler cildinizi sadece tahriş edebilir ve uygun cilt bakımından uzaklaşmış olursunuz.
Günlük Cilt Bakımında;
1) Cilt tipine uygun ürünleri seçmek önemlidir.
2) Çevreden biriken kirlerin, ter yağ gibi kişisel salgılarımızın, ve dökülmekte olan ölü cilt hücrelerimizin temizlenmesi ikinci adımdır.
3) En hafif temizlemeyle bile bozulabilen cildin üst tabakasındaki doğal nemlendirme sistemlerinin nemlendiricilerle takviye edilmesi. Genel kural olarak da nemlendiricilerin yüz ve vücut halen nemliyken kullanılması vücuttaki nemi hapsetmektedir.
4) UV ışınlarının verdiği hasarı önlemek için güneşten koruyucu kullanmak
5) Normal cildin bilhassa foto yaşlanma ve hasarı için tedavi edici ürünlerin kullanılması uygundur.
Kuru Ciltlerde; Kuru ciltlerde kurutucu ve alkol içeren ürünler ciltten nemi söküp atacağı için tercih edilmemelidir.
Hassas yumuşak sabun içermeyen likit bir temizleyici sonrası gliserin , hiyalironik asit gibi ürünlerle formüle edilmiş nem kaybını azaltan nemlendiriciler kullanılmalıdır. UVA ve UVB ışınlarına karşı koruyucu SPF15 ve üstü bir ürün yıl boyunca dışarıya çıkmadan yarım saat önce açıkta kalan alanlara uygulanmalıdır.
Yağlı Cilt; Yağlı ciltlerde aşırı yağlı ürünler, hassas ciltlerde ise uygun daha az hasar verecek narin ürünler tercih edilebilir.
Yağlı ciltlere özgün yağ bağlayıcı likit veya jel şeklinde temizleyicileri tercih edin. Krem bazlı, kakao yağı, lanolin içeren sabunlardan uzak durun. Losyon şeklinde suyu çekip tutan (humectane) maddeler içeren nemlendiricileri tercih edin. Ergenlik çağındaki gençlerde görülen hormon değişiklikleri nedeniyle yağlı ve akneye yatkın cildin temizliği ve doktor tarafından önerilen ürünlerin düzenli kullanılması önemlidir.
Yağ içermeyen (oil-free) güneşten koruyucuları kullanın.
Cildinize fazla parlak diyerek, yağı kurutmak için sert sabun, alkol, fırça, kese kullanmayın. Cilt temizliğini günde 2-3 kezden fazla yapmayın.
Karma Cilt; Kozmetik olarak T bölgesi ; yüzün yağlı alanları olan yanaklar, alın burun ve çene daha fazla yağlıyken diğer alanlarda kuruluk gözlenir.
Normal karma ciltler için olan temizleme ürünleri yanaklar için nazik diğer bölgelerde daha sert etkililerdir. Yalnızca ihtiyaç duyulan bölgelere uygulayacağınız nemlendirici T bölgesinde sivilceye yol açabilir.
Yağ içermeyen güneşten koruyucular kullanabilirsiniz.
Cilt Bakım Ürünlerinin İçeriklerinden Bazıları ve Güneşten Koruyucular:
Kırışıklık ve güneş hasarını önleyen en etkili ürün güneşten koruyuculardır. UVB ve UVA ışınlarına karşı koruyucu özelliği olan , güneşten koruyucu faktörü (SPF) 15 ve üzeri olan ürünler cildin yaşlı görünmesini önlemektedir . Düzenli olarak güneşten koruyucu kullanmak derin kırışıklıklar ve koyu lekelerin oluşmasını engellemektedir.
Tretinoin ve Türevleri
Güneşin zararlı etkilerinden olan yüzdeki ince kırışıklıklar, koyu lekeler veya kabalaşmaya karşı etkilidir. Cilt renginin açılmasına , yenilenmesine yardımcı olmaktadır.
AHA (Alfa Hidroksi Asitler)
Şeker kamışı, elma, üzüm ve limon gibi bitki ve meyvelerde doğal olarak bulunan asitlerdir. Cilt üzerindeki ölü hücrelerin dökülmesi ve bu sayede daha düzgün , yumuşak, renk düzensizliği olmayan yeni bir cilde kavuşulması sağlanmaktadır.
AHA aynı zamanda cildin üst tabakası altındaki bağ dokusunun daha iyi üretimini, su kaybının ve ince kırışıklıkların azalmasını sağlamaktadır.
Kaçınılması gereken içerikler
Propilen glikol veya sorbital bilhassa hassas ciltlerde tercih edilmez.
SLS (sodyum lauryl sülfat) ve SLES(sodyum lauret sülfat) gibi sürfaktanlar şampuan, dişmacunu , traş kremi, kurutemizleme deterjanları bulaşık sabununda ve birçok endüstriyel temizlik maddesinde bulunur . Etki mekanizması nedeniyle duruladığınızı zannetseniz bile uzun süre saç ve derinizde kalıp yağ , nem ve amino asitleri söker atar. Ciltte kuruluk, kabalaşma ve yeni kıl ve deri oluşumunu bozar.
Ülkedeki dinî kültürü ve dünyada var olan dinî kültürleri tanıtmayı amaçlayan dini konular..
Mezhepler nasıl ve ne zaman doğmuştur?
Peygamberimiz (S.A.V.) hayatta iken herhangi bir mezhebe ve müctehide ihtiyaç duyulmuyordu. Çünkü peygamberimiz doğrudan meseleleri ve ilgili hükümleri asıl kaynağından, yani VAHY'den alıyordu. Dünya işlerinde Peygamberimizin (S.A.V.) bazen kendi görüşünü ortaya koyduğu vakidir. Yani bazı hususlarda kendileri içtihad ederlerdi. Ancak dini konularda buna gerek duyulmaz, Cebrail'in vahiy indirmesi beklenirdi.
Ashab devrinde de içtihada gerek görülmediği gibi, mezheplere lüzum hissedilmemiştir. Ashab'dan biri karşısına çıkan bir mesele hakkında kendinde bir çözüm bulamadığında, onu arkadaşlarına sorar, doğruyu öğrenip öylece cevap verir veya meseleyi çözerdi. Ancak Ashab-i Kiram fethedilen İslam ülkelerine dağılıp her biri gittiği ülkede İslamı yayarken ancak kendi bildiklerini öğretebildi. Zamanla İslam Devletinin sınırları genişlemiş, ashap azalmış ve yeni yeni meseleler ortaya çıkmış, böylece farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Tabii'nin devrine gelindiğinde ise meselenin önemi kavranmış ve ümmeti dinin kaynağından birleştirip Vahdet'i sağlamak için Peygamberimiz (S.A.V.)'in hadislerini toplama, tasnif, tahlil, birbirleriyle ve Kur'an ile karşılaştırmak suretiyle hüküm çıkarma çalışmalarına girişilmiştir.
İşte atılan bu ilk adımla birlikte ilim adamları kollarını sıvayarak işe koyulmuştur. Ancak kendine güvenen ilim adamları bu işe koyulurken "biz bir mezhep kuruyoruz, siz de bize uyacaksınız" diye bir fikir, bir öneri ortaya atmak söyle dursun böyle birşey hatırlarından bile geçmemiştir. Şu da unutulmamalıdır ki, mezhepler arasındaki görüş ayrılıkları teferruat meselelerde olup, dinin zaruri hükümlerinde ve te'vili mümkün olmayan "muhkemat"ta bütün hak mezhep alimleri ittifak içindedirler.
Mezhepler arasındaki farklılığın sebepleri nelerdir?
Sadece fer-i meselelerde olan farklılığın bazı sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
A. Ayetlerden kaynaklanan farklılıklar:
Bazı ayetlerde kelimelerin mecazi veya hakiki manada kullanılıp kullanılmadığının farklı anlaşılması
Bir kelimenin birden fazla manaya gelmesi
Ayette bir tahsisin olmaması. Yani yapılacak ise bir sınırlamanın getirilmemesi
Emir ve nehiy ifadelerinin gerçek manada kullanılıp kullanılmadığı hususu
Ayetlerdeki meselelerin net bir şekilde ortaya konmamasının hikmeti kulların akıllarını kullanmaya teşvik için olabileceği gibi Rabbimizin kullarına karşı kesin ve zorlayıcı bir çizgi çizmek yerine biraz esneklik bırakmak suretiyle rahmet ve merhametli oluşu da olabilir.
Hadislerden kaynaklanan farklılıklar:
Lügatten kaynaklanan farklı anlayışlar. Arapçanın çok ince bir lisan olması hasebiyle bir kelimenin bir harekesi manayı değiştirir. Bir hadis birkaç okuyuş şekliyle rivayet edildiğinde imamların bunlardan birini tercih etmesi farka yol açar.
Mana ile rivayet caiz olduğu için bazı hadisler tamı tamına Peygamberimizin ağzından çıktığı şekliyle değil de mana ile rivayet edilmiştir. Ancak ravilerin aynı manaya geldiği düşüncesiyle önem vermediği bir kelime bazen aynı hadisten farklı hükümlerin çıkmasına sebep olmuştur.
İmamların hadisleri anlamada birbirinden farklı olması. Bu, ya hadisin çok manaya gelmesinden ya da imamların anlayış seviyesinin farklılığından kaynaklanır.
Aynı meselede farklı iki hadisin bulunması ve imamların bunları değerlendirerek bir hüküm çıkarması
İmamların hadis bilgisinin farklı farklı oluşu
Peygamberimizin davranışlarının farklı anlaşılması
Hadiste kastedilen mananın anlaşılmaması
Hadisin sahihliğini tespitteki metotların farklı oluşu ve zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusundaki görüş ayrılıkları
Bunların yanında örf ve adetin fetvaların verilisindeki tesiri, sahabe sözlerine itibar edip etmeme ve değişik fetva metotları farklı görüşlerin oluşmasına neden olmuştur.
Müzik ve dansın muhteşem bütünlüğünü ele alan konular...
Sosyoloji veya toplum bilimi, toplum ve insanın etkileşimi üzerinde çalışan bir bilim dalıdır. Sosyoloji konuları üzerine paylaşımlar..
ankilosazan tarafından yapılan son konu,
Babanızın artık ihtiyarladığını anlamak yaşanabilecek en büyük hüzünlerden biridir.
hele bir de birbirinizi anlama ve gerçek anlamda tanıma fırsatını yıllar sonra bulabildiyseniz,
birde araya gurbetlik girdiyse.
Kaybolan zamanı telafi edememenin acısı da ayrıca yanınıza kar kalır.
Artık onu tekrar görene kadar hiç bir şey olmamasını dilemek olur.
Babanın artık ihtiyarladığını anlamak hüzün vericidir.
hele hele de yasınız kemale ermiş ve uzaktaysanız baba ocağından.
babanın ihtiyarlaması ölüme de artık dünden daha yakın olmasıdır
çünkü. beraber geçiremediğiniz, karşılıklı muhabbeti pekiştiremediğiniz yıllara yanarsınız.
yıllar ise çabuk geçer. en büyük düşman ve öğretmendir zaman ve mutlaka bir gün öğrencisini de öldürecektir.
erkek evlatların babanın artık ihtiyarladığını görmesi zulümdür onlar için...
o artık vurduğunu deviren güçlü adam değil, sizi koruyacak ve kollayabilecek araçlardan yoksun ve çoktan emekli olmuştur.
kum saatinin dolmasını beklemektedir.
babam derdi; henüz ihtiyar değildi o zaman ve ben o vakit yanındaydım:
ihtiyarlık maskaralık gerçekten evlat demişti.
sesimi çıkarmamış başımı önüme eğmiştim. anımsıyorum...
Babanız yaşlandıktan sonra yeni yeni sevmeye başlıyorsanız çok kötü bir durumdur.
çünkü paylaşacak pek bir şeyler kalmaz..
Babanın ihtiyarlamaya başlamasını görmek bile bir nebze şanstır.
Hiç göremeden ayrılsa yanınızdan, kucaklayamasa sizi, öpemese..
Babanın ihtiyarlaması da güzeldir, yanında olduğunu bildiğin sürece
Bir babanın sitemi ;
-Hayatım boyunca senin için çalıştım didindim..
-ne yaptıysam senin için yaptım..
-ama şimdi sen karınla bir olmuş bana bağırıyorsun.
Oğulun cevabı ;
-iyide baba biz evde yokken salona sıçmışsın.!!
-senin yüzünden evliliğim yok oldu.
Babanın cevabı ;
-Beni yok ettikten sonra evliliğinin yok olmasının önemi var mı ?
Dengelerin tersine dönmeye başladığı, hayatın sorumluluk yükünün yer değiştirdiği andır,
artık bundan sonraki aşamada bakıma muhtaç olan babadır, bakıcı ise evlattır..
Ayrıca ölümünün yaklaştığını düşündükçe insanı üzen bir eylemdir..
Psikoloji veya Ruh bilimi, içgüdüsel davranışları ve zihni inceleyen bilimdir. Psikoloji üzerine paylaşımlar..
afflicted_ tarafından yapılan son konu,
Huzur ve Tutunamayanlar'ın "Batılılaşma" sorunsalı etrafında inceleme denemesi, beraberinde Dünya Sisteminin(1) içinde bulunduğu dönemselliği de incelemeyi gerektirmektedir.
Bunu da merkez ve çevre ülkelerde "Modernite" kavramına bakarak yapabiliriz. Dünya ekseninde 20.yy. çağı hızlı toplumsal dönüşümlerin ve kültürel devrimlerin yaşandığı bir çağdır. Bu dönüşümün hızlı ve evrensel bir şekilde yaşandığı mutlaktır fakat merkez ve çevre ülkelerin hangi eksende yaşadığı önem kazanmaktadır.(2)
Orta ve Batı Avrupa değişimi zaten alışık olduğu bir olgu şeklinde yaşarken, geriye kalan ülkeler yani dünya nüfusunun %80'i, 1950'lerde ansızın sona eren bir Ortaçağ ile karşılaştı.
1910'larla başlayan süreç batılı toplumlarda modernizmin kendini geniş ölçüde ifade etme olanaklarını bulduğu bir süreçti. Bunun edebiyattaki görüntüsü kendini gelenekten koparma şeklinde idi. Bu olguyu Üçüncü Dünya Ülkeleri kapsamında ele aldığımızda, hem geleneksel değerlerin yanında saf alanların hem de batıcıların başlıca görevinin kendi halklarının çağdaş gerçekliğini keşfetmek olduğunu söyleyebiliriz.
Yukarda bahsedilenleri Dünya Sisteminin içinde bulunduğu dönemin öncülleri olarak kabul edersek, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-inşa sürecinde nasıl bir yol izlediği daha kolay anlaşılacaktır. Böylece Tanzimat'la birlikte bahsedilmeye başlanan "Batılılaşma" sorunsalının çatısı belirecektir.
Berna Moran Türk Romanının ana sorunsalını "Batılılaşma" nın oluşturduğunu söyler ve romanın işlevini, kuruluşunu ve tiplerini de önemli ölçüde bu sorunsala dayandırır.(3) Bu sorunsalın köklerini Tanzimat' tan başlatır.Bizde roman, Batıdaki gibi feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde doğmamıştır. Burjuva sınıfının yani bireyciliğin ortaya çıktığı bir sürecin anlatısı değildir. Batılılaşma hareketinin taklit bir ürünü olarak doğmuştur.(4)
Peki o zaman "Batılılaşma" adıyla anılan şey nedir? Asıl olarak 1839'daki Gülhane Hatt-ı Hümayu'nu ile başlatılan bu reformlar silsilesinin yüzünün halka dönük olmaması nelere yol açtı? Daha doğrusu Türk Romanındaki görüntüleri neler oldu? Tanzimat Dönemi yazarlarının edindiği misyonlar açısından olaya bakarsak, yazarların iki yönlü bir süreçten geçtiğini söyleyebiliriz. Birincisi Batı'da yaratılmış yeni türleri ülkeye sokmak, ikincisi da bu türleri-özellikle romanı-eğitici bir amaç doğrultusunda kullanmak.
Tanzimat'ta "Batılılaşma" sorunsalının bir ürünü olarak doğan romanın Cumhuriyet Dönemi'nde nasıl serüvenlerden geçtiğini anlayabilmek için, Cumhuriyet'in ilanından sonra yaşanan süreci incelemek gerekmektedir:
Cumhuriyet'in ilanıyla oluşturulan devletin ne gibi hedefleri vardı? "Muassır Medeniyetler seviyesine ulaşmak" ve "ulus" olmak. Bu durumu yukarda bahsedilen "Dünya Sistemi" ekseninde düşünürsek, üçüncü dünyada oluşmuş yeni devletlerin kendilerini uluslararası alana yeleştirme çabası olarak değerlendirebiliriz. Yani "Batılılaşma" ve "Uluslaşma" süreçlerinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği aşikardır. İki politika da Cumhuriyet Dönemi ideolojisinin oluşmasında stratejik bir rol oynar. Yeni oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı mirasında kendi ideolojisinin nüvelerini bulamaması O'nu yeni bir kültürün inşasına yöneltmiştir. Bu icadın "Batılılılaşma" ve "Uluslaşma" olarak ikili bir süreçte devam etmiş olması, Tanzimat'ta romanın ana ekseni haline gelen "Batılılaşma" Sorunsalının, Cumhuriyetin ilanıyla sona ermediğini daha da derinleşerek devam ettiğini gösterir. Yalnız Burada 1950'lerle başlayan sürecin sorunsallık açısından farklılık taşıdığı parantezini açmak gerekmektedir. Berna Moran 1950'lere kadar olan süreçte, "Batılılaşma" asıl sorunken; 1950 sonrası süreçte asıl sorunsalın "Sınıflılık"olduğunu söyler.(5) Kısaca, "Modernizm"i asıl olarak 1950 sonrası sınıflılık dönemine oturtmuştur.
O halde "Modernizm" in tanımını yapmak ve bu tanım doğrultusunda dönemselliğinin köşelerini çizmek gerekmektedir: Orhan Pamuk, edebiyatta "Modernizm" den yalnızca geleneksel olana bir karşı çıkış değil; genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anladığını söyler.(6) Modernist anlatılar içinde üretildikleri toplumun ürünleri değildirler. Kendi içe dönüklükleri ile ortaya çıkarlar. Hangi teknikleri kullanır Modernist Roman? Bilinç akışı, anlatıcı denen merkezin dağılması, zamanda sıçramalar, hatırlayan bilincin çözülmesi... gibi teknikleri sıralar Orhan Pamuk. Peki Huzur ne kadar modernisttir Orhan Pamuk'a göre?
Süha Oğuzertem "Modernizm"in dönemsel bir tarifini yapmak isterken; onu asıl olarak 1950'lerden sonraya yerleştirir ve Oğuz Atay öncesi modernist bir roman olarak Huzur'u bir istisna olarak koyar.(7) Peki Orhan Pamuk? O'nun görüşlerinden özetle Tanpınar'ın bir cemaat insanı olduğu çıkartılabilir. Temel olarak, Tanpınar modernist bir roman üreticisi değildir.
Tanpınar'ın "Batılılaşma" karşısında takındığı tutuma ve bir cemaat adamı olarak tavrına aşağıda değinileceğini göz önüne alarak, Huzur'da ve Tutunamayanlar'da "Batılılaşma" sorunsalını incelemeye çalışalım:
Huzur'da Tanpınar'ın asıl derdinin bir takım değerler arasında süregiden çatışmayı sergilemek ve çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz'da göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar'ın "Batılılaşma"ya dair görüşlerini vermesi açısından romandaki diğer bireyleri de incelemek gerekir. Fakat bunalımın asıl görüntüsünün Mümtaz üzerinden olması bizi Mümtaz karakterini daha derinlikli olarak incelemeye iter.
Mümtaz'ın bunalımı yaşadığı iç dünyasının sergilenmesi Tanpınar'ın anlatım tekniğini de belirler. Roman 3.tekil şahısla anlatılan bir romandır. Fakat 3.tekil anlatıcının bilinci, romanın temel kahramanının bilincine çok yakındır. Hangisinin düşünüyor, hangisinin ifade ediyor olduğu zaman zaman birbirine karışır. Romanın tekniğine dair bu notu romanın sonunda Mümtaz'ın bunalımına yol açan nedenler, değerler çatışması romanın tekniğine de yansır şeklinde özetledikten sonra Mümtaz'a geri dönelim.
Berna Moran, yukarıda adı geçen değerler çatışmasının romandaki görüntüsünün Mümtaz'ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması olduğunu söyler.(8) Genel anlamıyla estetik değerler ile sosyo-politik değerlerin çatışması.
Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş imleriyle kendisini gösteren toplumsal sorun, daha sonra ikinci ve üçüncü bölümlerde karşımıza çıkacak olan estetizm kaygılarıyla karşıt durmaktadır ve romanın son bölümünde bu karşıtlık bir çatışmaya dönüşür.
Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş işaretleri( gazete haberleri,telefon konuşmaları vb.), dilenciler, yoksul mahalleler sıkıntılı bir atmosfer yaratır. Mümtaz'ın neden sıkıntılı bir ruh halinde olduğunun işaretleridirler.
Romanın ikinci bölümünde, Mümtaz'ın estetik değerlerle ilgili görüşleri ile karşılaşırız. Mümtaz'a göre -aynı zamanda değerler çatışmasının bir ucunu oluşturan estetik değerlere göre- insan her anına sanatçı duygularla yaklaşmalı, her yerde güzeli kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalıdır.
Roman'ın üçüncü bölümünün sonunda ise Doğu-Batı sorununa değinilir. Bu bölümde Tanpınar, İhsan'ın ağzından kendi görüşlerini dile getiriyor gibidir. ( Bu konuya İhsan karakteri özelinde ve Tanpınar'ın "Batılılaşma" sorunsalı karşısındaki konumu açısından aşağıda değinilecektir.)
Dördüncü bölümde Mümtaz artık, toplumsal sorumluluğu ile kişisel mutluluğunun çatışmasının yarattığı bunalımı derin bir şekilde yaşamaktadır. Berna Moran birinci bölümde sıkıntılı atmosferi yaratan bir takım işaretlerin bu bölümde artık karşılarında tavır almayı gerektiren olgulara döndüğüne dikkati çeker.(9) Daha önce kendi kişisel mutluluğunun peşinde olduğunu gördüğümüz Mümtaz bu bölümde mesuliyet fikriyle içiçedir ve bu fikri bir saplantı halinde yaşamaya başlar. Mümtaz içinde bulunduğu bunalımı sonuna kadar yaşar. Öyleki, ölüm O'na oldukça çekici gelmektedir.
Huzur romanına baktığımızda; Tanpınar'ın, İhsan'ın ağzından kendi görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Tanzimat ile başlayan "Batılılaşma" hareketi 1923'den sonra daha da hızlanmış ve bir kültür ve uygarlık buhranıyla sonuçlanmıştır.
Berna Moran'ın belirttiği üzere, Tanpınar'a göre sorun kendi yaşam biçimlerimizi terketmiş olmakta yatar.(10) Sorunun aşılması toplumun ve yeni hayat şekillerimizin kendimize göre yeniden yaratılmasıyla olacaktır.
Tanpınar'ın Batıyı ele alışı da bu eksendedir. Batıda yaşanan değişimler ve orada var olan kültür kendilerine has olan şeylerdir. Bir bütünlük teşkil ederler. Yani onlar için hakikidir ve bizde aynı şekilde yaşanamaz. Taklitlerden ibaret kalır. Tanpınar çağdaşlaşmaya karşı değildir, bu olgunun köksüz bir zemine oturtulmasına karşıdır.
Şimdi bu durumun O'nun roman tekniğine nasıl yansıdığına ve modernist roman açısından görüntülerine değinmeye çalışalım:
Yukarda da anlatıldığı üzere romanda anlatıcının dili üçüncü tekil şahıstır ve anlatıcının bilinciyle romanın temel kahramanının bilinci zaman zaman birbirine oldukça fazla yakınlaşır. Uzaklaşma anlarında Tanpınar'ın bir "Biz" den bahsettiği görülür. Yani bu anlarda Tanpınar kahramanı ile kendisi arasına bir sınır koyar. İçerisinde yaşadığı toplumun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Yine de bu sorumluluğu üzerine alırken kendi bilgisinden kati suretle emin değildir. Hatta kuşkulu olduğu, bu nedenle otoriter bir sese sahip olmadığı söylenebilir. Tanzimat romancısının baba otoritesi ile modernist anlatıcının özerkliği arasında bir yerde durmaktadır.
Huzur'dan sonra "Batılılaşma" sorunsalı etrafında incelenecek ikinci kitap Tutunamayanlar'a geçtiğimizde kitabın kurgulanışına, hikaye edilişine dair söyleyebileceğimiz şeyler bizi yine aynı kitabın tekniğine götürür. Bu teknik etrafında; Türk Romanının modernite-postmodernite serüveni ve bu serüven içinde yazarın konumu da incelenmelidir.
Peki Tutunamayanlar'ın karmaşık yapı ve anlatım yöntemlerini oluşturan hikayesi nasıl bir metin oluşturur? Berna Moran bunu bir tür çerçeve içine alınmış çeşitli metinler olarak koymaktadır.(11) Gazetecinin önsözü ve Turgut'un mektubu dış çerçeveyi yani Tutunamayanlar kitabının öyküsünü oluşturur. Tutunamayanlar'ın da iki öyküsü ve bu iki öykünün iki ayrı baş kişisi vardır. Turgut Özben arkadaşı Selim Işık'ın intihar nedenini araştırırken kendi ruhsal serüvenini yaşar. Bu öykünün çerçevesinin içinde ise Selim Işık'ın öyküsü yer alır.
Kitabın öykülenişini bu şekilde açıklamaya çalıştıktan sonra karakterlerin "Batılılaşma" sorunsalı etrafında nasıl bir serüven geçirdiklerini incelersek Turgut ve Selim'in birbirinden çok ayrı tutulamayacağını belirtmek gerekir. Turgut'un, Selim'le özdeşleşme serüvenini yaşadığını söylersek bu daha da açıklık kazanacaktır.(12) Bu durumda izlenecek yol, Turgut'u anlatmaya çalışmak ve bu serüven içeresinde Selim'e de değinmek olabilir.
Turgut Selim olmanın peşindedir, yani "Tutunamayan" olmanın. Peki kimdir Selim? Bir "Disconnectus Erectus" olması Türkiye'nin "Batılılaş(tır) ma" serüveninde nasıl bir yere tekabül eder? Selim'in oyunlarla olan iyi ilişkisi O'nun burjuva sınıfının değer yargılarından uzak bir yere konumlanmasına yardım etmektedir. Edebiyat ve sanat burjuva mantığına uymadığı için bunlar Selim'e göre yaşama anlam veren şeylerdir. Yukarıda bahsi geçen "Batılılaş(tır)ma" ve "Uluslaş(tır) ma" süreçlerinden geçerek 1950'lerde kendi sınıflı toplumunu oluşturmuş Türkiye için burjuva sınıfının değer yargıları artık oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Selim ve O'nun serüveni peşindeki Turgut içinse bu değer yargılarının ve sahte yaşamın karşısında bir direnç noktası yaratmak "Tutunamamak" olmakta yatar. Bu direnç noktası Selim'in öyküsünde sanat ve mitosla olmaktadır.(13) O halde Turgut'un serüveni de bu boyuta yakın bir yerlerde sürüyor olmalıdır. Turgut, Selim'in mektubunu almadan önce, küçük burjuva sınıfının değer yargılarıyla özdeşleşmiş bir bireydir. Yani "Batılılaşma" sorunsalının beraberinde getirdiği sınıflılık toplumunun dayattığı değer yargılarına karşı çelişik değildir. Bu mektup Turgut'un "Tutunamayan" olmayı seçişi ve Selim olmaya doğru adım atışının bir başlangıcıdır.(14) Turgut artık "Tutunamamak" a ve yazar olmaya adım atmıştır. Romanının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkan ve Turgut'un ikinci beni olan Olric O'nu kitabı yazmaya ikna eder. Serüven Turgut'un görevini keşfettiği noktada son bulur, ya da belki de hiç sonlanmaz. Turgut hala serüveninin peşindedir.
Tam bu noktada durup, Mümtaz'ın içinde kalarak çelişkisini yaşadığı sorunsalı Selim'in ve Turgut'un reddederek onun dışında kalmayı seçtiklerini söyleyebiliriz. Peki Selim ve Turgut'un dışında kalmayı seçtikleri şey sadece Batılılaş(tır)mayla gelmiş olan burjuva sınıfı ve O'nun değer yargıları mıdır? Berna Moran, Selim'in temsil ettiği değerlerin sadece sanatla ilgili olamayacağına ve bu değerlerin karşısına konan şeyin küçük burjuva sınıfına indirgenemeyeceğine dikkati çeker.(15)
Turgut ve Selim karakterlerinin yardımıyla "Batılılaşma" sorunsalının görüntülerine değinmeye çalıştıktan sonra kitabın yazarının ve dolayısıyla kitabın bu sorunsalın neresinde durduğunu açıklamaya çalışalım:
Atay'ın Türkiye'nin "Batılılaş(tır)ma" ve "Modernite" serüvenindeki yerini açıklamanın yolu kitabında kullandığı tekniklere değinmekten de geçer. Berna Moran, Atay'ın çeşitli metinlere göndermeler yaparak, 19.yüzyıl gerçekliğine sırtını dönmüş bir roman yazma kaygısı da olduğunu belirtir.(16) Atay saldırmak istediği zihniyetin yerleşmiş değerlerine yazdığı romanın tekniğiyle de saldırmaktadır. Nitekim Atay'ın kurmaya çalıştığı oyunlar post-modern romanın sıklıkla başvurduğu tekniklerden birisidir. Önsözler ve mektupla kurulmaya çalışılan şey bir yandan kendinden önceki romanın verili değerlerini de yıkmaktadır. Yine şarkılar ve açıklama bölümleri post-modern roman tekniklerinde görülen bölümler gibidir. Jale Parla, Atay'ın kullandığı bu teknikler açısından okuru özgürleştirme çabasında olduğuna dikkati çeker.(17) Mizah da bu yön doğrultusunda kurulan tekniklerden bir tanesidir. Mizaha, Atay'ın bu olguyu hangi eksen etrafında kullandığına değinmek bizi O'nun yerleşik değerlerin karşısına neyi koyduğunu sorgulamaya iter. Atay mizahı salt yerleşik düzenin verili değerleriyle alayda kullanmaz. Bu değerlerle alay etmektedir fakat kendisiyle de özeleştiriyi aşan bir özalay ilişkisi kurmaktadır. Verili değerlerin karşısına neyi koyduğu sorusuna cevap olarak akla ilk gelen "Tutunamamak" olur. Fakat O'nun kahramanlarının sonlarının intihar ya da şizofreniyle bitiyor olması, Atay'ın "Tutunamamak"ın da altını oyduğunu gösterir.
Huzur'da "Huzursuzluk" Mümtaz'ın kaderiydi.Tutunamayanlar'da da Turgut'un kaderi romanlar yazmak, bir "Tutunamayan" olmaktır. Her iki romanın kahramanları da kendilerini süregiden bir olgunun içinde buldukları - "Huzursuzluk" ve "Tutunamamak" - için belki de bir yönleriyle benzeşmektedirler. Fakat yazarların bulundukları konum ve bu olgunun çözümünü biliyor olmak etrafında düşünüldüğünde Tanpınar ve Atay'ın oldukça farklı yerlerde durduklarını söyleyebiliriz. Tanpınar, Mümtaz'ın içinde bulunduğu çelişkili durumun çözümünü - Mümtaz 'ı toplumsal sorumluluklarını bilen bir kahraman dönüştürmese de - kendisi bilmektedir. Atay ise yaşanılan bu ikiliğin ve bunalımın karşısına "Tutunamamak" ı koyuyor gibi görünmekte fakat onun da altını oyarak okurunu nesnelleştirmekten kaçınmaktadır.
Siyaset veya politika, gruplar arasında kararların alındığı veya bireyler arasındaki güç ilişkilerinin, kaynakların dağıtımı veya statü gibi diğer etkileşim biçimlerinin ilişkilendirildiği bir dizi faaliyetlere ilişkin konular...
afflicted_ tarafından yapılan son konu,
Ernesto Che Guevara 14 Haziran çarşamba günü Arjantin'in önemli şehirlerinden Rosario'da doğdu.
Che henüz iki yaşında iken ilk astım krizine yakalandı.Sierra Maestra'da Batista ordularına karşı savaşırken Che'ye zorlu dakikalar yaşatan bu hastalık,Bolivya ormanlarında Barrientos'un askerleri tarafından vuruluncaya kadar yakasını bırakmadı.
Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, İrlanda asıllı bir aileden, annesi Clia dela Sena ise İrlandalı-İspanyol karışımı bir aileden geliyordu.Che üç yaşında iken ailesi Buenos Aires'e yerleşti. Daha sonraları astım krizlerinden dolayı Che'nin durumu dahada kötüleşti. Doktorlar tedavisinin çok güç olduğunu, mutlaka iklim değiştirmesi gerektiğini söylediler. Böylece Guevara ailesi yeniden göç etti.Cordoba'ya yerleştiler.
Guevara ailesi tipik bir burjuva ailesi idi. Politik eğilimleri itibarıyla da sola açık liberal olarak tanınırlardı. İspanya iç savaşında açıkça cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Zamanla maddi durumları bozuldu. Che, eğitim bakanlığına bağlı Dean Funes lisesine başladı. Okulda İngilizce eğitim yapılırken, annesinden de fransızca öğreniyordu. Daha ondört yaşındayken Freud'un kitaplarını okumaya başlayan Che, fransızca şiirlere bayılırdı. Baudelaire'e karşı büyük bir tutkusu vardı. Onaltı yaşında ise Neruda'ya hayran olmuştu.
Guevara ailesi,1944 yılında Buenos Aieres'e göçtü. Durumları iyiden iyiye bozulmuştu. Che, biryandan öğrenimine devam ederken bir yandan da çalışıyordu.Tıp fakültesine yazıldı. Fakültedeki ilkyıllarında Arjantin'in kuzey ve batı bölgelerini baştan başa dolaşmış, buralardaki orman köylerinde cüzzam ve tropikal hastalıklar üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Son sınıfta iken Che, arkadaşı Alberto Granadas ile bütün Latin Amerika'yı içine alan bir motosiklet turuna çıktı. Bu tur ona, Latin Amerika'nın sömürülen köylülerini yakından tanıma fırsatı verdi. Che, 1953 yılının Mart ayında üniversiteyi bitirmiş doktor olmuştu. Venezuella'daki cüzzam kolonisinde çalışmak üzere anlaşmıştı. Buraya gitmek için çıktığı yolculuğu sırasında Peru'ya da uğradı. Orada yerliler hakkında daha önce yayınlanmış bir incelemesi yüzünden tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Hapisten çıktıktan sonra Ekvator'da bir kaç gün kaldı. Burada Ricardo Rojo adında bir avukatla tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Che, Venezulla'ya gitmekten vazgeçip, Ricardo Rojo ile birlikte Guetamala'ya gitti. Devrimci Arbenz Hükümeti sağcı bir darbe ile devrilince Arjantin büyük elçiliğine sığındı. İlk fırsatta ihtilalcilerin safına katıldı. Faaliyetlerinden dolayı elçilik binasından çıkartıldı. Guetamala'da kalması tehlikeli bir durum alınca Meksika'ya gitti. Ernesto, Guatemala'da bir çok Kübalı sürgün ve Fidel Castro'nun kardeşi Raul ile karşılaşmıştı. Meksika'ya geçtiğinde ise Fidel Castro ve arkadaşları ile tanışarak Küba devrimcileri safında yer aldı. Daha sonra Granma gemisiyle Küba'ya hareket etti ve savaşın sonuna kadar en ön safhada yer aldı.
Devrim sonrasında Binbaşı Ernesto Che Guevara Havana'nın la Cabana Kalesi'nin komutanlığına getirildi.1959 yılında Küba vatandaşı ilan edildi . Bir süre sonra silah arkadaşı Aleida March ile evlendi. 7 Ekim 1959'da Milli Tarım Reformu Enstitüsü başkanlığına atandı. 26 Kasım'da da Küba Milli Bankası başkanlığına getirildi. Böylece Che ülkenin mali işlerini yüklenmiş oluyordu.
23 Şubat 1961'de Küba Devrim Hükümeti bir sanayi bakanlığı kurarak Che'yi bunun başına getirdi. Ancak Playa Giran çatışması sırasında, tekrar kale komutanlığı görevine getirildi. Daha sonra az gelişmiş ülkelere çeşitli seyahatlar yapan Che, sömürülen halkları ve emperyalistleri daha yakından tanıma fırsatı buldu. Bu durum Che'nin savaşcı yanının tekrar canlanmasına yol açtı.
Artık başka Latin Amerika ülkelerine gidip halkları örgütlemesi gerektiği kararını vermişti.1965 Eylül'ünde bilinmeyen ülkelere doğru yola çıktı. 3 Ekim 1965'de Fidel Castro, Che'nin ünlü veda mektubunu Küba Halkı'na okudu.
...Ve ölüm Che'yi Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı. Barrientos'un askerleri O'nu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras yakınlarında kıstırdılar. Bacağından ağır bir yara aldı ve Hieguras'da bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısında eğilmedi. Ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi.
Kültür, tarih, sanat temalı haber ve içeriklerin paylaşıldığı bölüm.
afflicted_ tarafından yapılan son konu,
1. Cumhuriyet Öncesi Dönem
Türk sanatının, 1700den itibaren Batıya yönelmesiyle birlikte, saraya yabancı sanatçıların yerleştiği bilinmektedir. O dönemlerde, sarayda usta-çırak ilişkileriyle süren sanat eğitimi, babadan oğula, ustadan çırağa devam ettirilmiştir.
1793 yılında, Mühendishanede ve Harbiye Mektebinde, doğa gözlemine bağlı resim derslerinin programa alınmasıyla birlikte, sanat eğitimi, gerçek anlamda başlamış oldu. Harbiye ve Askeri İdadi Mektebindeki ilk sanat dersleri, daha çok mesleki gaye ile programda yer almış olsalar bile, bugün ulaşılan seviyenin ilk hareketleri olması bakımından önemlidir.
Ülkemizde, Cumhuriyet öncesi ilk sanat eğitimi hareketleri içinde, bugünkü akademik seviyede kurulmuş olan Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi/bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi)nin haklı bir yeri vardır. 1883 yılında Osman Hamdi Bey tarafından kurulan Sanayi-i Nefise Mektebinin müdürlüğüne, 2 Aralık 1883 yılında, hükümetin kararıyla yine kendisi atanmış, 24 Şubat 1910da ölene kadar bu görevde kalmıştır. Bu okulun kurulmasıyla birlikte askerî ressamlar, yerlerini yavaş yavaş bu okullardan mezun olan sivil sanatçılara terketmişlerdir. Böylelikle ilk defa resim öğrenimi sivillere geçmiştir.
1911 yılında, kız öğrencilerinin de sanat öğrenmelerine imkan sağlayan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Sami Beyin müdürlüğünde açıldı. Kısa bir süre sonra ise müdürlüğe Mihri Müşfik getirilmiştir. Kısa süreler içersinde birkaç müdür değişikliği yaşayarak öğrenim hayatını devam ettiren okuldan, bir çok kadın sanatçı yetişmiştir.
Akademi çıkışlı ressamlar, sanatçı olmaları yanında uzun yıllar resim-iş öğretmenliği de yapmışlardır. Ne var ki bu sanatçı-eğitimciler çocukları kendi yetişme biçimlerine göre eğittikleri gerekçesiyle yetersiz bulunmuş ve eleştirilmişlerdir. Daha sonra, 1927de Akademi içinde, resim öğretmeni olmak isteyenlere bir öğretmenlik formasyonu veren kurs açılmıştır.
2. Cumhuriyet Sonrası Dönem
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kültür ve sanat sorunlarına oldukça önem veren Atatürk, devletin görevleri arasına bu konularla uğraşmayı da katmış, sanata ilgiyi devlet politikası haline getirmiştir. Sanatın, temel kültür sorunlarından biri olduğu sık sık vurgulanır; sanat eğitiminin sorunları milli eğitim sorunlarından bağımsız düşünülmez. Atatürkün sanat ve eğitim sorunlarına yaklaşımı ve oluşturduğu devlet politikası ile, özellikle resim sanatçıları güçlerini birleştirerek oluşturdukları birlikler ile Türk Sanatını olgunlaştırmaya çalışmışlardır. Bu amaçla 1921de Türk Ressamlar Cemiyeti kurulmuştur. 1924den itibaren ise, bilgi, birikim ve deneyim kazanma yanında Avrupa sanatını kaynağında inceleyebilmek amacıyla yurt dışına bir çok sanatçı burslu olarak gönderilmiştir.
İlk Cumhuriyet kuşağı sanatçıları, yurt dışındaki eğitimlerini tamamlayıp Türkiyeye döndüklerinde, sanat hayatımızda canlılık ve hareketlilik başlamış ve özellikle ressamlar çok aktif etkinliklere girişmişlerdir. 1926 yılında Türk Sanayi-i Nefise Birliği daha sonra da adı değiştirilerek Güzel Sanatlar Birliği ve 1928 yılında da Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği kurulmuştur.
1925 yılından itibaren, örgün eğitimde resim, elişi ve müzik derslerinin koyulması ve yaygın eğitimde 1932 yılında açılmaya başlanan Halkevleri ve daha da kabarık sayıdaki Halkodaları ve nihayet Halk Eğitim Merkezleri, sanat eğitimini geniş kitlelere götürmeyi amaçlıyordu. Halkevleri, güzel sanatlar yoluyla vatandaşları çalışmaya yöneltmek, yurdu güzelleştirmek, güzel sanatları sevdirmek ve yaymak için kurulmuştu. O yıllarda, sanatçıların eserlerini sergileyebileceği sanat galerilerinin bulunmaması sorununa çözüm getiren Halkevlerinin, sanatımızın desteklenmesi ve geliştirebilmesi yolunda önemli bir yeri vardır. 1950de altmış üç ilde 477 Halkevi ve 4332 Halkodası varken, çok partili döneme geçişte Halkevleri kapatılmış ve Kız Enstitülerine öğretmen yetiştirmek amacıyla Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür.
Cumhuriyetle birlikte eğitimde, kültürde, sanatta çok yönlü bir gelişmeyi hedefleyen Türkiye, yurt dışından bir çok eğitim uzmanı getirtmiştir. Bunlardan J. Deweynin raporu 1926 yılında uygulamaya koyulmuştur. Bu raporda sanat eğitimi açısından şu görüşlere yer verilmiştir:
Okullarda, bütün donanımlarıyla birlikte resim ve iş atölyeleri kurulmalı.
Yükseköğrenime devam etmeyecek kişiler için, kendilerine bilgi ve beceri kazandıracak uygulamalı çalışmalara özellikle de el işlerine önem verilmeli.
Resim, çizgi, boya sanatları gibi görsel sanat etkinlikleri, kişisel ve toplumsal önemi ve yararı açısından yeteneklerin geliştirilmesine önem verilmelidir.
Bu rapor doğrultusunda, ortaokullara öğretmen yetiştirmek amacıyla 1926 yılında Ankarada Gazi Öğretmen Okulu (Gazi Eğitim Enstitüsü) açılır ve ilk, orta lise Resim-İş programları değiştirilir; okullarda resim-iş atölyeleri ya da odaları kurulur. Daha sonra 1932-1933 öğretim yılında, Gazi Öğretmen Okulu bünyesinde Resim Bölümü açılır. Batıda gelişen El İşleri Hareketi olarak bilinen bir akımın etkisiyle daha sonra Resim Bölümünden bağımsız İş bölümü kurulur. Daha sonra bu iki bölüm birleşerek Resim-İş Bölümü adını almıştır.
Zamanla, İş eğitimi gittikçe yozlaşarak, ya yarara yönelik eşyanın küçük modelini yapmaya ya da ne olduğu belirsiz işlerin yapımına dönüşür. 1972 yılında İş Dersi, bir program değişikliğiyle İş ve Teknik Eğitimi dersine dönüştürüldü. Bu ders ile, iş çalışmaları yaratıcı düşünceyi geliştirmeye yönelik amaçlar öne çıkmıştı. Amaç, ne salt el becerisi ne de kısa yoldan hayata hazırlamaktı. Ne var ki, her ne kadar çağdaş yaklaşımlarla daha iyiyi, daha güzeli ve çağı yakalamayı hedefleyen programlar ortaya koyulmuşsa da, pratik ile uygulama farklı olmuştur. Bunun bir sonucu olarak da, İş ve Teknik Eğitimi dersinin esas amacından zamanla uzaklaşmaya başlanılmış, el becerisi ve yararlı olma amacı dersin amacı haline dönüştürülmüştür.
Milli Eğitim Şuralarının bazıları, Türkiyedeki sanat eğitiminin yapılandırılması çalışmaları doğrultusunda önemli bir yer tutar. Bunlardan 1949, 1962, 1974 ve 1981 Milli Eğitim Şuralarında sanat eğitimine ayrı ayrı yer verilmiştir. 1962deki yedinci şurada, eğitim, kültür ve sanat konularına geniş yer verilerek, Kültür İşleri ve Güzel Sanatlar Komisyonunun hazırladığı raporda dile getirilen önerilerle, sanat eğitiminin bazı temel ilke ve amaçları benimsenmiştir. 1974deki dokuzuncu şurada da, ortaöğretim kurumlarında öğrencilerin ilgi ve isteklerine göre seçecekleri kol faaliyetleriyle sanat eğitiminin desteklenmesi öngörülmüş; lise ve dengi okullarda da sanat eğitimi dersleri seçmeli dersler arasına konulmuştur.
Sanat eğitimi derslerinin, anaokulundan başlayarak, sanat alanında profesyonel olarak sanatçı ya da sanat eğitimcisi vb. eleman yetiştiren fakülte ya da yüksekokulların dışında, başka mesleklere yönelik eğitim veren fakülte ve yüksekokullarda da sürdürülmesine karar verildi. 1988-1989 öğretim yılında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 5. maddesinin 1. fıkrasında Güzel Sanatlar eğitimi; Fakülte ve Yüksekokulların birinci sınıflarından itibaren eğitime başlayanlara seçmeli dersler olarak uygulanmaktadır denmektedir. Böylece, tüm yüksekokul kademelerinde, plastik sanatlar eğitimi alanlarından biri seçmeli ders olarak verilmiş; 1991-1992 öğretim yılında ise, bu kapsama Müzik dersi de alınmıştır.
1991 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı bünyesinde oluşturulan Resim Dersi Öğretim Programlarını Geliştirme Özel İhtisas Komisyonunca hazırlanıp daha sonra kabul edilen İlköğretim Kurumları resim-İş Dersi Öğretim Programı, 1992-1993 öğretim yılından itibaren denenip geliştirilmek üzere uygulamaya konulmuştur.
Son olarak da, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve Dünya Bankasının 1994-1997 yılları arasında yürüttüğü Milli Eğitimi Geliştirme Projesi çerçevesinde, eğitim fakültelerinin yapılanması yeniden düzenlenmiş, Resim-İş Bölümleri, Müzik Eğitimi Bölümü ile birlikte, kurulan Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümünde; Sınıf Öğretmenliği Bölümleri de yeni kurulan İlköğretim Öğretmenliği Bölümünde Anabilim dalları olarak yer almıştır. İdari yapılanmanın yanısıra, her iki bölümdeki sanat derslerinin yarıyıllara göre ders dağılımları, kredileri ve içerikleri de değiştirilmiş ve 1998-1999 öğretim yılından itibaren uygulamaya konulmuştur.
Türkiyedeki sanat eğitiminin tarihi seyrine bakıldığında, daha çok akademik seviyede değişim ve gelişimin olduğu gözlenmektedir. Ne var ki, bu kademelere gelmeden önce, özellikle zorunlu eğitim kademelerindeki öğrencilerin sanat eğitimine özel bir itina ve önem verilmeli, geçmişe bakıp geleceğe daha iyi yön verilmelidir. Sanat ve onun eğitiminin, eğitim kurumlarında hak ettiği ağırlığı yakalayabilmesi, serpilip gelişebilmesi, onun gerekliliğine ve önemine inanmış insanlar tarafından sağlanabilir. Bu özelliklerde yetişecek olan insanların mimarları da, çağın gereklerini yakalayabilmiş bir eğitim politikası ve kararlılığı, gerekli donanım ile etkili bir programla yetişmiş olan eğitimciler olacaktır. Bu sebeple, her alanda olduğu gibi sanatın eğitiminde de çok iyi yetişmiş sanat eğitimcileri, bu misyonu yakalamada en temel yapı taşları olarak yerlerini alacaklardır.
Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir. Tüm felsefe konuları...
afflicted_ tarafından yapılan son konu,
Kurucusu Alman Filozof Edmund Husserldir.
Bu akım,fenomenleri ve bilincin verilerini inceleyerek fenomenin içindeki özü yakalamaya çalışır.Bir başka temsilcisi ise Max Scheler(1874-1982)dir.
Edmund Husserl (1859-1938):Husserl felsefede özneden yola çıkar.Öznenin temeli Husserle göre bilinçtir.Bilinç,kendi içine kapanmış olmayan,atılım ve ve nesnesine yönelim içinde bulunan bir varlıktır.
Husserle göre insan bilinci ile nesne arasındaki söz konusu yönelim ilişkisinin iki farklı türü vardır.Birincisinde bilinç nesneyi sezgisel yoldan ve asli bir şekilde kavrar.Diğerinde ise bilinç,boş bir yönelim aracılığı ile yalnızca nesneyi gözlemleyebilir.O,bu çerçeve içinde bilincimizin bir ses ya da renk gibi duyusal (beş duyu ile algılanabilen) nesneleri tecrübe etmekle kalmadığını;,buna ek olarak, algıladığı nesnelerin saf anlamlarını ve mantıksal özlerini de kavradığını söyler.
Bu anlayışa göre öz fenomenin içindedir ve bilinç,bu özü sezgi yoluyla yakalayabilir ve kavrayabilir.Ona göre bir nesnenin özünü kavrayabilmek için; onun özüne ait olmayan tüm tesadüfi özelliklerin,ilgisiz görüşlerin bir kenara bırakılması parantez içine alınması gerekir.Varlıkları belirleyen, bir takım önemsiz özellikler değil de onları meydana getiren özelliklerdir.Bunları ise yalnızca bilinç ortaya çıkarabilir.
Örneğin insanın özü akıldır,akıllılıktır.Bu özü yalnızca insana anlam veren bilinç yakalayabilir.Bundan dolayı saf bilince ulaşabilmek ve bilincin tecrübe ettiği özleri yakalayabilmek için duyuların sağladığı tüm verilerden ,hatta dış dünyanın var oluşundan bile vazgeçilmelidir.Bunun için de günlük yaşam,din,bilim ve tarihin sağladığı tüm görüş,kanaat ve önyargılar parantez içine alınır.Böylece insanın öze ulaşmasını engelleyen,öze ait olmayan öğeler,kısa bir süre için yok sayılır.
Teknoloji konuları, Teknoloji sektörü uzmanlarının ortaya çıkan teknolojiler, dijital politikalar ve inovasyonu yönlendiren güçler üzerine analizleri ve kışkırtıcı yorumlar
hayat tarafından yapılan son konu,
Geçtiğimiz günlerde iş dünyasının geleceğini tartıştığım bir paneldeydim ve bir panelist arkadaşım tüyler ürpertici bir istatistik paylaştı. Araştırmalarında, sosyal medya platformu Discord'u izlemişler ve yaklaşık 5.000 çocuğun aktif ve açık bir şekilde intiharı tartıştığı bir sunucu bulmuşlar.
Bu konuşmalar, neredeyse hiç yetişkin gözetimi olmayan dijital bir alanda, geleceğimizi inşa etmesi beklenen nesil arasında umutsuzluğun kol gezdiği internetin karanlık bir köşesinde gerçekleşiyordu. Bu gerçeklik, teknoloji tarihindeki trajik bir dipnottan çok daha fazlası; hem ebeveynlik hem de eğitim alanında felaket bir başarısızlığın habercisi olan gürültülü bir siren.
Toplumu yeniden şekillendirecek bir yapay zeka devriminin eşiğinde dururken, çocuklarımızı bugünün dünyasında yol almaları için gereken duygusal dayanıklılıkla donatmakta başarısız oluyoruz; yarının dünyasında başarılı olmaları için gereken beceri ve amaçlardan ise hiç bahsetmiyoruz.
Çocuklarımızın okula dönüş sürecinde duygusal ve dijital dayanıklılıklarını artırmanın acil ihtiyacından bahsedelim ve ardından Haftanın Ürünüm olan yeni Pixel 10 Pro Fold ile bitirelim.
Discord anekdotu çok daha büyük bir hastalığın belirtisi. Önceki nesillerin ebeveynleri çocuklarının parkta ne yaptıkları konusunda endişelenirken, günümüz ebeveynleri 7/24 işleyen, sınırsız ve anonim bir dijital dünyayla mücadele etmek zorunda.
Discord gibi platformlar topluluk odaklı tasarlanmıştır, ancak dikkatli bir denetim olmadan, ergenlik çağındaki çocukların yaşadığı sıkıntıların en tehlikeli yönlerinin yankı odalarına dönüşebilirler. Platformun güvenlik özellikleri, etkili olması için genellikle gencin iş birliğini gerektirir ve ebeveyn rehberliğinin olması gereken yerde büyük bir boşluk bırakır.
Bu denetim eksikliği , sosyal medyanın baskılarıyla daha da kötüleşen, iyi belgelenmiş bir gençlik ruh sağlığı krizinin zemininde gerçekleşiyor .
Çocuklarımızın, anlamadığımız ve kontrol edemediğimiz ortamlarda, algoritmalar ve anonim akranlar tarafından yetiştirilmesine izin veriyoruz. Onları yapay zekanın şekillendirdiği bir geleceğe hazırlamaya başlamadan önce, çevrimiçi yaşamlarına yeniden dahil olarak, sağlam sınırlar çizerek ve çevrimiçi ortamda karşılaştıkları tehlikeler hakkında açık iletişimi teşvik ederek onları dijital uçurumdan kurtarmalıyız.
Ebeveynler evlerinde zorluklarla boğuşurken, eğitim sistemimiz sistemsel düzeyde başarısızlığa uğruyor. Hâlâ, hızla yok olan işler için uyumlu çalışanlar yetiştirmek üzere tasarlanmış, endüstri dönemi eğitim modelini kullanıyoruz. Müfredat, ezberciliğe ve standart testlere odaklanıyor; yapay zekanın halihazırda herhangi bir insandan daha iyi performans gösterebildiği beceriler bunlar.
Reuters/Ipsos'un bu ay yaptığı bir anket , Amerikalıların %71'inin yapay zekanın çok sayıda insanın işini kaybetmesine yol açacağından endişe duyduğunu ortaya koydu. Ancak okullarımız, öğrencileri mezun olduklarında henüz var olmayabilecek kariyer yollarına yönlendirmeye devam ediyor.
Kariyer danışmanlığı, eğer varsa, genellikle yetersiz finanse edilen ve yapay zeka destekli bir iş piyasası için gerekli rehberliği sağlayamayan bir sonradan akla gelen düşüncedir. Öğrencilere ne düşünmeleri gerektiğini öğretiyoruz, ama nasıl düşünmeleri gerektiğini öğretmiyoruz. Onları öngörülebilir, doğrusal kariyerlerin olduğu bir dünyaya hazırlıyoruz; ancak karşılaşacakları gerçeklik, sürekli değişim ve bozulmalarla dolu.
Sonuç, artık var olmayan bir geleceğe işaret eden, eskimiş bilgilerle donanmış, kırık bir pusulaya sahip bir nesildir.
Bu eğilim, derinden endişe verici bir kültürel değişime yol açıyor. Günümüzde birçok genç, işi bir tatmin kaynağı olarak değil, katlanılması veya tamamen kaçınılması gereken bir şey olarak görüyor. İşi katlanılması gereken bir şey olarak görmek tembellik değil; gördükleri dünyaya rasyonel bir tepki. Ezici bir borçla gig ekonomisine adım atıyor, becerilerinin otomatikleştirilebileceği bir geleceğe bakıyor ve çoğu zaman tükenmişlikten başka bir şey sunmayan bir kurumsal dünya görüyorlar.
Z kuşağı ve milenyum kuşağı üzerinde yapılan anketler, amaç odaklı bir işe ve sağlıklı bir iş-yaşam dengesine duyulan derin bir arzuyu sürekli olarak gösteriyor; mevcut sistemin bunları sağlamaya yeterli olmadığı görülüyor. Eğitim, öğrenmeyi tutku ve amaçla ilişkilendiremediğinde ve işin geleceği belirsiz ve tatmin edici görünmediğinde, hayal kırıklığı duygusunun yerleşmesi şaşırtıcı değildir.
Eğer bu amaç krizini çözmezsek, sadece beceri uyumsuzluğu nedeniyle işsiz değil, aynı zamanda bir kariyerin neşe ve anlam kaynağı olabileceği hiçbir zaman gösterilmediği için çalışmak istemeyen bir nesil yetiştirme riskiyle karşı karşıya kalırız.
Zorluk çok büyük, ancak ileriye giden yol açık. Eğitim sistemimizde, yapay zekanın neler yapabileceğinden neler yapamayacağına odaklanan köklü bir değişikliğe ihtiyacımız var . Geleceğin müfredatı, benzersiz insan becerileri temeline dayanmalıdır.
Öncelikle, eleştirel düşünme ve karmaşık problem çözme becerilerine öncelik vermeliyiz. Öğrencilerden cevabı ezberlemelerini istemek yerine, onlara doğru soruları nasıl soracaklarını ve birden fazla kaynaktan gelen bilgileri nasıl değerlendireceklerini öğretmeliyiz. Yapay zekâ bu süreçte güçlü bir araç olabilir.
Eğitimciler, öğrenciler için Sokratik bir ortak, varsayımlarını sorgulayabilen, sorgulayıcı sorular sorabilen ve onları akıl yürütmelerini savunmaya zorlayan yorulmak bilmez bir eğitmen olarak yapay zekadan yararlanabilirler. Öğrenciler, bir cevap bulmak için yapay zekayı kullanmak yerine, düşüncelerini geliştirmek için yapay zekayı kullanmayı öğrenebilirler.
İkincisi, yaratıcılığı ve duygusal zekâyı geliştirmeliyiz. Bu beceriler, insanların yapay zekâ ile birlikte çalışarak yeni değerler yaratmasına olanak tanıyan empati, iş birliği ve yenilikçiliği geliştirir. Bir raporda belirtildiği gibi, okulların bu "yumuşak becerileri" temel müfredata entegre etmesi gerekir.
Üçüncüsü, yapay zeka destekli simülasyonlar aracılığıyla sınıf ile gerçek dünya arasındaki boşluğu kapatmak için teknolojiyi kullanabiliriz. Çocuklarımızı bekleyen dünya karmaşık ve dinamiktir. Sürükleyici simülasyonlar, gerçek zamanlı geri bildirimlerle zor kararlar alma pratiği yapmaları için güvenli ve kontrollü bir ortam sağlayabilir.
Öğrencilerin karmaşık bir iş görüşmesinde ilerlediğini, simüle edilmiş bir iklim krizine müdahale ettiğini veya sanal bir iş yerinde etik bir ikilemi çözmek için iş birliği yaptığını hayal edin. Bu deneyimler sadece bilgi değil, aynı zamanda pratik bilgelik ve dayanıklılık da kazandırarak, onları derslerin ve ders kitaplarının asla başaramayacağı bir şekilde gelecekteki kariyerlerinin baskılarına ve belirsizliklerine hazırlar.
Son olarak, uyum sağlamayı ve yaşam boyu öğrenmeyi öğretmeliyiz. Tek bir meslek öğrenme fikri artık geçerli değil. Eğitim, öğrencilere sürekli öğrenmeyi, öğrendiklerini unutmayı ve yeniden öğrenmeyi öğreterek bir "gelişim zihniyeti" aşılamalıdır. Bu hedefe ulaşmak, yeni ve kişiselleştirilmiş öğrenme teknolojilerini benimsemeyi ve bireyleri yalnızca ilk 18 yıl boyunca değil, tüm kariyerleri boyunca destekleyen bir sistem oluşturmayı gerektirir.
Umutsuzluğun kolektif dünyasında kaybolan binlerce çocuğun görüntüsü, kolektif başarısızlığımızın çarpıcı bir yansımasıdır. Yapay zekanın getireceği derin ekonomik ve sosyal değişimlere hazırlıksız ve gözetimsiz bir şekilde büyüyen bir neslin acısını yaşıyoruz.
Bu kriz, teknolojinin çözebileceği bir sorun değil; insani bir çözüm gerektiren insani bir sorun. Ebeveynlerin hem gerçek hem de dijital dünyada rehber rollerini yeniden vurgulamalarını gerektiriyor. Eğitim sistemimizin endüstri çağı kabuğundan çıkıp, gelecek yüzyılda en önemli olacak becerileri geliştirecek şekilde dönüşmesini gerektiriyor.
Eğer harekete geçmezsek, yapay zekanın inanılmaz vaadiyle değil, geride bıraktığımız neslin kayıp potansiyeliyle tanımlanan bir gelecekle karşı karşıya kalma riskiyle karşı karşıya kalırız.