Whatsapp irtibat Jump to content
Üyelerimizin Dikkatine
Sosyoloji tarafından Sosyal Bilimler'de yazılan bir grup blogu
  • Konu

    12
  • Yorum

    0
  • görüntüleme

    286

Bu bloğa katkıda bulunanlar

Bu Blog Hakkında

Sosyoloji veya toplum bilimi, toplum ve insanın etkileşimi üzerinde çalışan bir bilim dalıdır. Sosyoloji konuları üzerine paylaşımlar..

Entries in this blog

Babanızın artık ihtiyarladığını anlamak yaşanabilecek en büyük hüzünlerden biridir.

hele bir de birbirinizi anlama ve gerçek anlamda tanıma fırsatını yıllar sonra bulabildiyseniz,

birde araya gurbetlik girdiyse.

Kaybolan zamanı telafi edememenin acısı da ayrıca yanınıza kar kalır.

Artık onu tekrar görene kadar hiç bir şey olmamasını dilemek olur.

Babanın artık ihtiyarladığını anlamak hüzün vericidir.

hele hele de yasınız kemale ermiş ve uzaktaysanız baba ocağından.

babanın ihtiyarlaması ölüme de artık dünden daha yakın olmasıdır

çünkü. beraber geçiremediğiniz, karşılıklı muhabbeti pekiştiremediğiniz yıllara yanarsınız.

yıllar ise çabuk geçer. en büyük düşman ve öğretmendir zaman ve mutlaka bir gün öğrencisini de öldürecektir.

erkek evlatların babanın artık ihtiyarladığını görmesi zulümdür onlar için...

o artık vurduğunu deviren güçlü adam değil, sizi koruyacak ve kollayabilecek araçlardan yoksun ve çoktan emekli olmuştur.

kum saatinin dolmasını beklemektedir.

babam derdi; henüz ihtiyar değildi o zaman ve ben o vakit yanındaydım:

ihtiyarlık maskaralık gerçekten evlat demişti.

sesimi çıkarmamış başımı önüme eğmiştim. anımsıyorum...

Babanız yaşlandıktan sonra yeni yeni sevmeye başlıyorsanız çok kötü bir durumdur.

çünkü paylaşacak pek bir şeyler kalmaz..

Babanın ihtiyarlamaya başlamasını görmek bile bir nebze şanstır.

Hiç göremeden ayrılsa yanınızdan, kucaklayamasa sizi, öpemese..

Babanın ihtiyarlaması da güzeldir, yanında olduğunu bildiğin sürece

Bir babanın sitemi ;

-Hayatım boyunca senin için çalıştım didindim..

-ne yaptıysam senin için yaptım..

-ama şimdi sen karınla bir olmuş bana bağırıyorsun.

Oğulun cevabı ;

-iyide baba biz evde yokken salona sıçmışsın.!!

-senin yüzünden evliliğim yok oldu.

Babanın cevabı ;

-Beni yok ettikten sonra evliliğinin yok olmasının önemi var mı ?

Dengelerin tersine dönmeye başladığı, hayatın sorumluluk yükünün yer değiştirdiği andır,

artık bundan sonraki aşamada bakıma muhtaç olan babadır, bakıcı ise evlattır..

Ayrıca ölümünün yaklaştığını düşündükçe insanı üzen bir eylemdir..

SANAL AŞKLAR

Sanal aşklar sanal kimliklerin birlikteliğidir.

Burada sorulması gereken erken bir soru var. Sanal kimlik nedir?

"Gerçekte olmayan kimlik" anlamına gelse de, sanal kimlikler bazen kişilerin gerçek kimlikleriyle özdeş olabiliyorlar.

Yaşadığımız hayat aslında bize yüklenen ve "0" yaşımızdan itibaren öğretilen rollerin oynandığı bir oyun değil mi? Bu roller aldığımız eğitimlerle pekiştirilmiş ve hala pekiştirilmekte değil mi?

İyi vatandaş, iyi aile babası, iyi evlat, iyi yönetici gibi yakıştırmalar bizim oynamamız gereken rollerin sınırlarını çizmiyor mu?

Biz bazen kendimizi bizim dışımızda oynanan bir oyunun parçası olarak hissederiz ve bunun doğurduğu iç tepkiler bizde sanal kimliklerin oluşmasına yol açar. Kişilik bölünmesi olarak küçümsenen ve sınıflandırılmaya çalışılan bu tepki aslında insan benliğinin kendini koruma refleksleridir ve "beyaz atlı prens", "hayallerin kadını", bu sanal kimliklerimizin ihtiyaç duyduğu simgelerden başka bir şey değildirler.

Sanal kimlik kavramına ikinci bir yaklaşımda daha bulunmak gerekiyor. Aslında sanal kimlik denildiğinde ilk aklımıza gelen şey İnternet oluyor.

Ancak düşünüldüğünde "Sanal kimlik" kavramı İnternet'in bir türevi değil, sadece İnternet sayesinde ortaya çıkma fırsatı bulan bir olgu. Yani İnternet, sanal kimlikleri yaratan değil, ortaya çıkmasını sağlayan bir araç sadece.

Sanal kimliği gizli kalmış veya toplum tarafından bastırılmaya çalışılan gizli cinsel kimlikle karıştırmamak gerekir. Cinsel kimlik sizin sanal kimliğinizin bir parçası olsa bile, bu yazının konusu değil.

Sanal aşk ve gerçek sevgi.

Bir insan gerçekte hiç görmediği birine karşı sevgi duyabilir mi?

Bu sorunun cevabını başka bir sorunun içinde aramak gerekir. Sevgiyi nasıl tanımlamalıyız ?

Freud ve Libido'suna göre mi yoksa Eric Fromm ve Karşılıksız sevgi'sine göre mi?

Freud sevginin cinsel dürtülerin bir türevi olduğunu iddia eder. İki cinsin birbirine duyduğu ilgi sevgi değil, cinsel kökenli dürtülerin bir yansımasıdır. Ve Freud' cular şu soruyu sorarlar,

"Leyla ile Mecnun eğer kavuşsalardı yapacakları şey neydi?"

Eric Fromm cevap verir, "Bir annenin çocuğuna duyduğu veya bir itfaiyecinin kendini ateşe atarken ve hatta bizzat Freud çapında bir dehanın, ileri sürdüğü tezler doğrultusunda bin türlü hakaret ve yalnızlığa katlanırken hissettiği şey libido değil, karşılıksız sevgidir. Sevgi beklentisiz ve çıkarsızdır" der Fromm..

Bu yazının amacı, İnternet' te yaşanan aşkların benzersiz olduğunu kanıtlamak değil. Sonuçta insanlar aynı insanlar ve ilişkilerin niteliğini belirleyen yine onlar.

Ancak söylemek istediğim, İnternet'in insana verdiği sınırsız özgürlük duygusu ve fantezileri gerçekleştirmek için mükemmel bir araç olduğu hissi.

Başlangıçta ve bazen asla bunun farkına varamıyorsunuz. Ancak bu duygu davranışları ister istemez etkiliyor. Ve siz bakıyorsunuz ki gerçek hayatta oynadığınız rollerden sıyrılmış gerçekte olmak istediğiniz insan oluvermişsiniz. Ve siz önce kendinize sonra da karşınızdakine karşı dürüst olduğunuz sürece ilişki gerçekten dürüst ve çıkarsız bir hale geliyor.

Artık olduğunuz gibi kabul edildiğiniz duygusuyla karşınızdakini olduğu gibi kabul etmeye başlıyorsunuz. Anlattığınız düşünceleriniz ve duygularınız o kadar içten, bir o kadar bakir ve el değmemiştir. Gerçek yaşamda olamayacak kadar hızlı yol almışsınızdır kısacık bir zaman içinde.

Karşınızdaki kesinlikle doğru kişidir, çünkü siz onunla konuşmaya devam etmektesiniz. Sabahlara kadar birlikte aslında hiç yaşanmamış bir yaşamı paylaşmaktasınızdır. Yıllardır baskı altına aldığınız dürüst tepkiler vermeye başlarsınız. Onunla birlikte olmaktan ne kadar çok hoşlandığınızı, onunla birlikte kendinizi çok iyi hissettiğinizi anlatırsınız.

Bu duygularınız karşılıklıdır ve aranızda önceleri beklentisiz bir dostluk doğar ve sonra bu yavaş yavaş sevgiye dönüşür. Siz beklide evlisinizdir ve belki karşınızdaki kişi gerçekte asla birlikte olmayı düşünmeyeceğiniz yaşta veya sosyal statüde olabilir. Ve hatta siz İstanbul' da ve sevgiliniz Brezilya' da olabilir.

Ne farkeder ki, ihtiyacınız olan sarılmak için bir beden değildir. Aradığınız ve istediğiniz, sizi sizin kadar iyi anlayan birine karşı duyduğunuz sevginin o, zaman ve mekan tanımaz sıcaklığıdır.

Bir elmanın bir yarısı siz diğer yarısı "o" dur.

Size "Bu rüyadan hiç uyanmasak" der, siz de ona "Bu bir rüya değil" dersiniz, rüya içinde bir gerçekliği yaşadığınızı bilerek.

Birlikte idealinizdeki evi bulur ve içini eşyalarla donatırsınız. Kocaman bir koltuğun üzerinde birbirinizin saçlarını okşar ve küçük sevgi öpücükleri kondurursunuz dudaklara.

Bilgisayarın soğuk ve soluk ekranı karşısında o öpücüğü hissedersiniz dudaklarınızda, ve gerçek olan hiç bir öpücük bu kadar derinden sarsmamıştır sizi daha önce.

Sonra; "sana tuhaf gelecek belki ama" dersiniz, "Seni seviyorum"...

Ekrandaki cevap mutlulukların en güzelini yaşatır size

"Ben de seni seviyorum"

Sonra ne mi olur?

Bilmem..

Bu sorunun binlerce cevabı var. Bu yazının konusu İnternet üzerinde yaşanan sevgilerin nasıl başlayıp nasıl bittiğini irdelemek değil. Sanal sevgileri bir masaya yatırıp psikolojik tahliller yapmak hiç değil. Sadece İnternet'te yaşanan "Sanal aşkların" günümüzde yaşanan bir çok aşktan çok daha gerçek olduğunu anlatmak.

Belki hayatınızın aşkını İnternet üzerinde bulabilirsiniz. Belki de bulamazsınız. Ama eğer o doğru kişiyi bulursanız, sakın

"Yarın bir başkasını bulurum" kolaycılığına kaçmayın.

Bulamayabilirsiniz.

Ona sahip çıkın ne pahasına olursa olsun !

İntihar etmek belki insan doğasına aykırıdır; ama elverişsiz toplumsal koşullar da insana karşıdır. Bu elverişsiz koşullara karşı verilen savaşta ise herkesin aynı direnci göstermesi her zaman için olası değildir.

Sosyologlar, toplumun bireyleri üzerindeki kontrolünün başarısız olması sonucu intiharların ortaya çıktığını savunurlar. Sosyolojik teorilerin çok büyük bir çoğunluğu Durkheim'in teorisinden etkilenmiştir. Durkheim, intiharın nedenlerin araştıran bir çalışma yapmıştır, ki bu çalışma sosyal bilimlerde istatistik yöntemlerin kullanıldığı ilk çalışmadır.

İstatistikler belirli bir toplumda beş on yıllık intiharların yıllık toplamının hemen hemen aynı kaldığını göstermektedir. Bu nedenle intiharın nedenlerinin bireyden çok toplumda aranması gerekir.

Durkheim, intiharın toplumsal nedenlerini ele almadan önce, toplumsal olmayan nedenleri üzerinde durur ve bunların intiharla olan ilişkilerini belirlemeye çalışır. Psikolo-organik ve fizik çevre gibi toplumsal olmayan nedenlerle intihar oranlarını istatistiksel olarak karşılaştırır.

Ona göre, akıl hastalığı, sarhoşluk ve ırk gibi psiko-organik özelliklerle intihar arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Akıl hastalığı oranı kadınlarda daha yüksektir, oysa intihar oranı erkeklerde yüksektir. Yine, yahudilerde delilik oranı yüksek olduğu halde, intihar oranı düşüktür. Almanya'nın bazı bölgelerinde, diğerlerine oranla alkol tüketimi fazla olmasına rağmen, buralarda intihar oranının az olması ve Germen ırkına bağlı toplumların herbirinde intihar oranlarının farklı olması sarhoşluk ve ırk gibi değişkenlerle intihar arasında bir ilişki olmadığını gösterir.

İklim ve kosmik etmenlerle intihar arasında zorunlu bir ilişkinin olmadığını da, belirli bir toplumda çağdan çağa intihar oranının değişmesini göstererek belittir. Bazı mevsimlerde intihar oranının artması ya da gündüzleri intihar oranının geceye göre daha fazla olması, o zamanlarda toplumsal hayatın daha yoğun bir biçim almasındandır.

Durkheim, toplumsal olmayan etmenlerle intihar arsında zorunlu bir ilişki olmadığını belirtmekle beraber, bu etmenlerin dolaylı etkilerini de yadsımamaktadır.

Durkheim toplumsal nedenleri dikkate alarak, intihar olaylarını bir sınıflamaya tabi tutar ve toplumsal nedenlere göre intiharları üçe ayırır:

1) Bencil (Egoistic) İntiharlar: Bireyin bağlı olduğu din, politik zümre, aile vb. tarafından korunulmamış olmasından kaynaklanır. Yani, toplumsal bağlar gevşek olduğu, birey kendini yalnız hissettiği zaman belirir. Bireyin bağlı olduğu grup bağları zayıfladıkça ve gruba bağımlılığı azaldıkça, birey, kendi özel ilgileriyle başbaşa kalır; yalnızlık hisseder. Kişi için hayat anlamını yitirir; oysa, o topluma bağlı olarak yaşamak ihtiyacındadır. Avrupa toplumlarının intihar istatistiklerine bakıldığında Katolik toplumlarda intihar oranı düşük, protestan toplumlarda ise yüksektir.

Dinlere göre Milyon Nüfusta İntihar

Protestan toplumlar 190

Protestan ve Katoliklerin karışık olduğu toplumlar 96

Katolik toplumlar 58

Durkheim buna neden olarak Protestanlığın Katolikliğe göre daha özgür ve hoşgörülü olmasını gösterir.

Bireyi topluma bağlayan sadece din zümresi değildir. Durkheim, ailenin, politik zümrenin de aynı işi gördüklerini söyleyerek, bütün toplumlarda bekârların intihar oranının sivlilere göre daha yüksek; evlilerde de çocuksuz olanların çocuklu ailelere göre daha fazla olduğunu ileri sürerek, bu savanı istatistiklerle kanıtlamıştır.

Politik zümre de insanı korur. Politik kargaşalıkların ve büyük toplumsal bunalımların intihar oranını düşürdüğünü belirtir. Bu dönemlerde toplumsal hayat yoğunlaşır, bireyin ruhunu sımsıkı sarar, birey kendini yalnız hissetmez. Bu nedenle de bencil intiharlar azalır.

2) Elcil (Altruistic) İntiharlar: Birey sadece toplumdan koptuğu, kendini yalnız hissettiği zaman değil, topluma çok bağlı olduğu zaman da intihar eder. Durkheim buna örnek olarak, Hindistan'da eşi ölen kadınların, eşlerinin cenazesinde kendilerini yakmalarını (suttee) gösterir.

Bu intihar türünde kendini öldüren kişi, toplumsal bir ödevi yerine getirmek amacıyla bu eylemi gerçekleştirir. Bu yükümlülüğü yerine getirmeyen kimse onursuzlukla suçlanır, çoğu zaman da dinsel cezalara çarptırılır. Kısaca, bu gibi kişilerin üzerine toplum bütün ağırlığı ile çökmekte, baskı yapmakta, onu intihara sürüklemeye çalışmaktadır.

Elcil intiharlarda kişi için, hayatı anlamını yitirmemiş, hayatından daha üstün gördüğü bir amaç için hayatını feda etmiştir; bu eyleminin mükafatını göreceğini umar.

Günümüz toplumlarında bireysel kişilik, kollektif kişilikten iyice sıyrıldığı için bu türden intiharların yaygın olmadığını, ama seyrek de olsa, kendisine verilen herhangi bir buyruğu yerine getirmediği için, onurunu korumak amacıyla, utançtan kurtulmak için kendini öldürenlere rastlanır.

Bugün elcil intiharların hâlâ sürüp gittiği özel bir toplumsal çevre vardır, o da ordudur. Durkheima göre; ordudaki intihar ilkel toplumlardaki intiharın bir artakalımıdır. Çünkü askerlik ahlakı bazı yönleriyle ilkel ahlakın bir artakalımıdır.

3) Anomik (Anomic) İntiharlar: Bu tür intiharlar, bir takım toplumsal bunalımlar sonucu, toplumun yapısında meydana gelen değişiklerle bireyin yaşam biçiminin, değerlerinin alt-üst olması sonucu gerçekleşen intiharlardır.

Bazı görüşlerin tersine Durkheim sefaletin tek başına intiharlara neden olmadığını belirtir. Çünkü, yoksulluk düşük intihar oranları ile birlikte bulunmuştur.

Ekonomik krizlerin intihara neden olduğunu belirten Durkheim, bunun nedeninin zenginlik ya da fakirlik değil; toplumsal yapıdaki değişiklik olduğunu belirtir. Meydana gelen bu değişiklik toplum için yararlı ya da zararlı olsun, bunun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan toplumda meydana gelen değişikliğin bireyin yaşam koşullarını alt-üst etmiş olmasıdır. İşte, intiharın nedeni bu anomi (kargaşalık) halidir.

İntiharı arttıran kargaşalık halleri, sadece ekonomik bunalım, düzensizlik değil; aynı zamanda aile yaşamında meydana gelen kargaşalıklar da bu oranı arttırmaktadır. Çeşitli aile bunalımları arasında en önemlilerinden ikisi, kuşkusuz, dullukla, boşanma ya da mahkeme kararıyla ayrı yaşamadır. Gerçekten karı-kocadan biri ölünce aile düzeni alt-üst olur, geriye kalan karı ya da koca bu yeni duruma kendini uyduramaz, bu yüzden de bu gibilerde kendi kendini öldürme eğilimi kolaylaşır. Dul erkek ya da kadınlarda intihar oranı, evlilerdeki intihar oranınındın çok yüksektir. Hemen hemen her toplumda boşanmışlarda intihar oranı, değil evlilerden, dullardan, bekârlardan bile daha fazladır.

Boşanmaların yasak olmadığı, çok olduğu toplumlarda kadınların intihar oranı erkeklerden azdır. Boşanmanın yasak ya da az olduğu toplumlarda aksine kadınların oranı daha fazladır.

Durkheim'a göre bunun nedenini evlilik hayatında, boşanma yasağının erkeğin lehine, kadının da aleyhine işlemesinde aramak gerekir. Çünkü boşanma yasağı erkeği pek etkilemez. Oysa kadını toplumsal kurallar evlilik bağına sıkı sıkıya bağlar. Evlilik dayanılmaz hale gelince evli kadınlar bu gibi toplumlarda intihara erkek evlilerden daha yatkındırlar.

Durkheim, çağdaş toplumların en belirgin bir özelliği olarak nitelediği anomik intihar tipine özel bir ilgi göstermektedir. Anomik hâl ve buna bağlı olarak artan intiharlar, bireyin toplum arasındaki bağların zayıflaması ve toplumsal çözülmenin giderek gelişmesi, yeni çağdaş toplumun evrensel bunalımıdır.

Yakın bir geçmiş içinde, intiharların ülkelere göre üç-dört katlık artış gösterdiğini görüyoruz. Durkheim'a göre anomi; ekonomi dünyasında işveren-ücretli ilişkileri düzeyinde ve nihayet birbirleriyle bütünleşemeyen ayrıntılı çalışmalar yığınına bölünmüş bilimlerin aşırı parçalanması ve uzmanlaşması sonucu bilgi alanında görülmektedir.

Kısaca özetlersek, Durkheim'a göre intihar, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal olan bir olgudur. Bu olgunun nedenlerini belirleyen güçler, belirli bir toplumda oluşan ve intihar dürtüsü yaratan akımlardır. İntiharların gerçek nedenleri olan bu toplumsal güçler bir toplumdan diğerine, bir dinden diğerine değişiklik gösterebilir. Ama önemli olan bireyden değil, grup veya toplumdan kaynaklanmış olmalarıdır. İlk bakışta bireysel yapının bir sonucu gibi görünen intihar, gerçekte toplumsal yapının bir sonucudur. Belirli bir toplumun herhangi bir dönemindeki intihar sayısını, o toplumun, o dönemdeki ahlâk yapısı belirler. Her toplumun morfolojik ve sosyal yapısına göre, intihara kollektif eğilimi vardır. Bu durum belirli bir oranı geçmemek koşuluyla normaldir. Fakat Durkheim, bu oranın ne olduğunu belirtmemiştir.

Durkheim sonrasında, sosyoloji alanında intihar konusu ile ilgili teorileri başlıca iki gruba ayırmak mümkündür: Sosyal Etkileşim Teorileri ve Sosyal Bütünleşme Teorileri.

Sosyal Etkileşim yaklaşımını da kendi içinde iki alt guruba ayırmak mümkündür. Sembolik Etkileşme ve Saha Teorileri olarak ayırabileceğimiz bu görüşler aslında birbirlerinden çok farklı değildir.

Sembolik Etkileşim Teorilerine göre, birey için başkalarının onun hakkında ne düşündükleri önemlidir. Gurur, pişmanlık, utanç gibi duygular ağır basar. Kişi sosyal çevresi tarafından devamlı olarak kontrol altındadır. Eğer davranışları çevresindekiler tarafından olumlu olarak kabul ediliyorsa, kişi takdir edilir ve destek görür. Aksi durumda, kişinin davranışları olumsuz olarak nitelendiriliyorsa, çevresi tarafından reddedilir ve kabul görmez. Bu durum kişiyi intihara sürükleyebilir.

Saha Teorisi ise kişinin intihar etme eğilimine, çevreden gelen sosyal cevap etki etmektedir; kişinin davranışının yönünü belirlemektedir görüşünü savunur. Birey için önemli olan, çevresi tarafından yardım görmektedir, eğer içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çevresi gerekli desteği sağlamazsa, birey intihar edebilir. Davranışı belirleyici kuvvetlerin alanı kişinin dışında yaralan sosyal çevre olduğu kadar, bireyin isteklerinden, dürtülerinden oluşan iç faktörler de burada önemlidir. Bu teoriyi geliştiren Kobler ve Stotland'a göre, kişinin amacı aslında ölmek değil, yardım istemektir. Çevredekiler umutsuzluğu kuvvetlendirir yönde davranırlarsa intihar ihtimali artar.

Sosyal Bütünleşme Teorileri birbirlerinden çok farklı görüşlerden oluşur. Sosyologlar, sosyal bütünleşmenin anlamı üzerinde hemfikir değildir. Bu tür teoriler daha çok, Durkheimın teorisinin eleştirilmesi ve geliştirilmesi yönünde ortaya konulmuştur.

Douglas, intihar analizinde Durkheim'ı reddeder. Ona göre istatistiksel verilerle bir sosyolojik teori kurulamaz. Bir intihar hareketi, o kişi için canını, ruhunu bir başka dünyaya yollamaktır veya sadece cezalandırılmış olmak istemektir.

Johnson, Durkheim'ın yönteminin modernizm öncesi olduğunu ve dokümantasyon olarak zayıf olduğunu ileri sürer. Ona göre Durkheimın dört tip intiharı aslında tek bir tip intihardır. Johnson, çalışmalarını egoistik ve anomik intiharların aynı olduğunu ispatlamak için yapmıştır.

Powell, Durkheim'daki anomi kavramını yeniden formüle etmeye çalışmıştır. Teorisinde bireyin ya toplum tarafından dışlanmış, ya toplum tarafından sarılmış, ya da toplum tarafından bütünleştirilmiş olduğunu söyler. İlk ikisinde intihar daha yaygındır. Kişinin hedefleri, onun adına toplum tarafından belirlenmiştir. Eğer kişi önceden belirlenen bu hedefleri kabul etmezse anomi ortaya çıkar.

Powell, verdiği örneklerde sadece mesleki statüyle intihar ilişkisi üzerinde durur. Diğer değişkenler için uygun örnekler gösteremez; bu da teorisinin eksikliğini gösterir.

Ginsberg anomiyi sosyal bir olay olmaktan çok, psikolojik bir olay olarak ele almıştır. Anomi, umut seviyesi olarak, bir kişinin hedef ve niyetlerini ne kadar çok arzuladığının ölçüsüdür; bireyin umutsuzluk ve başarısızlığından kaynaklanır. Yani, kişinin bugünkü başarısının derecesi gelecekteki umut seviyesinin de ölçüsüdür, başarısız ise umut seviyesi düşer.

Gibbs ve martine göre bir toplum intihar oranı o toplumdaki birleşme derecesiyle ters orantılı olarak değişir. Bir grupta birleşme statüsü ne kadar yüksekse intihar oranı o kadar azdır. Gibbs ve Martin de, anomik ve egoistik intiharlar arasında fazla bir fark olmadığı görüşündedirler.

Durkheim sonrasındaki kısaca bahsedilen bu görüşler yapılan bir çok araştırma sonuçlarından elde edilen verilerin ışığında oluşturulmuştur. Bazı toplumsal olgularla intiharlar arasındaki ilişkinin gösterilmesi, bu tür teorilerin önemini vurgulamak açısından gereklidir.

Çeşitli toplumların gelenekleri, diğerleri, dinleri, yaşayış biçimleri bu toplumların intihar oranlarında kendi etkilerini göstermektedir. Bireysel rekabetin yoğunluk kazandığı çağdaş toplumlarda, birey-toplum ilişkisindeki kopukluk intihar oranların fazla olmasında kendini gösterir. Benzer şekilde, toplumun bireyi sıkı sıkıya kontrol ettiği geleneksel toplumlarda da intiharlar oldukça sık görülür. Toplumların intihara karşı gösterdikleri tepkinin yönü de bu oranları etkilemektedir. Özellikle intiharın onurlu bir davranış olarak kabul edildiği Japonya gibi gelenekçi toplumlarda, intiharların sıkça görülmesi bunu destekler niteliktedir.

Çağdaş toplumlarda şehirlerde intiharların daha sık görülmesinin aksine, geleneksel toplumlarda da kırsal bölgelerde oransal bir fazlalık göze çarpar. Bı ise, sosyal ve kültürel yapıdaki bütünleşmenin sağlıksız bir görünüm arzettiği iki zıt uçta, toplumsal güçlerin intiharlar üzerindeki artırıcı etkisini göstermektedir.

Geri kalmış ve sanayileşmekte olan ülkelerle kıyaslandığında, sanayileşmiş toplumlarda intihar oranları çok yüksektir. Temel ilkesi bireycilik ve bireysel özgürlük olan çağdaş toplumlarda herkes kendini diğerlerinden farklı görmekte ve aralarında kıyasıya bir mücadele başlamaktadır. Bu bireycilik anlayışı, toplumdaki ortak değerlerin çözülmesine neden olmaktadır. Sanayileşmenin etkisiyle hızlanan dikey ve yatay hareketlilik, bireylerde daha iyi statüye, yaşam olanaklarına sahip olma isteğini artırıyor. Bireyler arasında kıyasıya bir yarış başlıyor; tabii bu yarışta bazıları çok gerilerde kalıyor.

Diğerleriyle yarışan birey, aynı zamanda makinelerle, gürültülerle, saniyelerle ritmik bir yarış içindedir. Bu koşullar içinde makinenin bir parçası durumuna gelen birey devamlı bir yorgunluk hissetmekte ve bunalıma dahi düşebilmektedir. Makineler dünyasında kendini yapayalnız hisseden bir birey için ölüm, sonsuz bir dinlenme, huzur ve kendi benliğine dönme anlamına gelebilmektedir.

Son zamanlarda yapılan araştırma sonuçlarında görülen bir ortak nokta da, kırsal kesimdeki intihar oranlarının şehirlerdeki oranlara yaklaşmakta olduğudur. Günümüzde kırsal kesimde de değerler değişmekte, bireyci anlayış hakim olmaya başlamaktadır.

Kırdan kente göç edenlerde, kültürel ortam değiştiği için, sonu intiharlara kadar varan çeşitli uyum sorunları görülmektedir. Gerçekten de herkesin birbirini tanıdığı, yüz yüze ilişkilerin hakim olduğu, yaşamı geleneklerin şekillendirdiği, aynı duygu ve inanç birliği bulunan, doğa ile kucak kucağa bir ortamdan gelip; ilişkilerin resmi, komşuların birbirini tanımadığı, bireyciliğin hakim olduğu, yaşamı resmi kanun ve kuralların şekillendirdiği bambaşka bir ortama girmek insanları intihara bile sürükleyebilmektedir.

Benzer şekilde, çeşitli sebeplerle başka ülkelerde kalanlarda da, ülkelerine döndüklerinde çeşitli uyum sorunlarıyla karşılaşılmaktadır. Bu tür bir kültür çatışması içinde bulunan bireylerde çeşitli sorunlar olabilmekte ve intihar olayları olabilmektedir.

Bazı araştırmaların gösterdiği gibi, bir ülkeden diğerine göç edenlerin intihar oranı kendi ülkelerindekinden ve göç ettikleri ülkelerinkinden çok daha yüksektir.

Aşırı şehirleşme, sanayileşme ve göç gibi faktörler intiharların artmasına neden olabilmektedir. Fakat kültürel farkların azaldığı, yok olmaya başladığı durumlarda da sorun daha farklı boyutlar kazanabilmektedir.

Sosyal yaşamın yoğunlaştığı, toplum ruhunun bireyleri sardığı savaş yıllarında özellikle erkeklerde intihar oranları azalmaktadır. Ortak bir mücadele, duygu birliği bireyleri kaynaştırmakta ve bireysel sorunları arka plana itmektedir. Bu durum, psikologların iddia ettiği gibi saldırganlığın dışa yönelmesinden daha çok, toplumsal bütünleşmenin bir sonucu olsa gerektir.

Soruna saldırganlık açısından baksak dahi, toplumsal etkenlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Psikolojik ve sosyolojik bir çok araştırma cinayet ve intihar arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bunların bir kısmı katillerin neden intihar ettiğini araştırırken, diğerleri kişilerin saldırganlıklarını ifade etmek için intihar ya da adam öldürme arasındaki tercihlerini incelemişlerdir.

Bu tür bir araştırma yapan Wolfgang'a göre, cinayetten sonra kızgınlığa yol açan düşünce geçmezse, katil enerjisini kendine boşaltır ve intihar eder. Fakat Wolfgang kalan enerjinin neden başkası üstüne boşaltılmadığını izah edemez.

İngiltere'de araştırma yapan West'e göre intihar eden ve etmeyen katiller arasında farklılıklar vardır. İntihar eden katiller daha çok eşlerini ve çocuklarını öldürmektedir ve gerçek cinayet işlerken, gerekse intihar ederken vahşi olmayan metotları kullanmaktadırlar. Kadınlarda cinayetten sonra intihar etme daha fazladır.

Henry ve Short'a göre intihar ve cinayet aynı kaynaktan gelmektedir. Özgürlüğü daha çok olan bir topluluğun üyelerinin, daha az olan topluluğun üyelerine göre intihara daha yatkın olduğunu belirtirler. Henry ve Shortun bulgularına göre; statü hiyerarşisindeki pozisyonla intihar pozitif, adam öldürme ise negatif yönde değişir; davranış üzerindeki dış baskının gücüyle intihar negatif, adam öldürme pozitif yönde değişir.

Birçok araştırmanın belirttiğine göre, bir toplumda intihar ve cinayet oranları ters yönde değişir. Dinin etkin bir baskı kurumu olduğunu dikkate alırsak şu örnek oldukça ilgi çekicidir: Almanya ve Fransa'da Protestan kentlerinde saldırı oranı düşük, intihar oranı yüksektir; aksine Katolik kentlerde ise saldırı oranı yüksek, intihar oranı düşüktür. Yani, bireyin saldırganlık objesini seçmesinde bile toplumsal güçler belirleyici bir rol oynayabilmektedir.

SOSYOLOJİ NEDİR ?

Sosyoloji (latince socio+logos) ; Toplum Bilimi veya sosyal olayların bilimi ya da sosyal örgütlenme ve sosyal değişimler bilimi olarak da bilinmektedir.

 

Sosyoloji, sosyal hayatımızda var olan sosyal gerçekleri (sosyal olaylar ve olgular), insanların meydana getirdiği grupları, grupların davranışlarını ve sosyal kurumları olduğu gibi inceleyen pozitif bir sosyal bilim dalıdır. Bir başka ifadeyle, sosyoloji, birtakım varsayımlardan çok; var olan gerçekleri ortaya koymaya çalışan, sosyal gerçeğe eğilen bir bilimdir.

 

Geniş anlamıyla sosyoloji, insanların birbirleriyle kurdukları sosyal ilişkileri, sosyal gruplar, kurumlar ve örgütler arasındaki ilişkileri, toplu eylem, toplu direniş gibi topluluk ve fert davranışlarını, değişik düzeylerde bütün sosyal etkileşim biçimlerini, sosyal yapı özelliklerini ve bu yapıda ortaya çıkabilecek değişme eğilimlerini belirli bir yöntem dahilinde inceleyen, sosyal gerçekleri ve süreçleri sistematik ve bilimsel olarak mercek altına alan bir bilim dalıdır.

 

Sosyoloji, fertten ziyade toplumun aynasıdır. İnsanın, sosyal diye vasıflandırabileceğimiz bütün davranışları, sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. Her ne kadar insan ruhuna pek yakın olan ilgi alanlarını, değerleri ve duyguları ihtiva eden sorunları ele alıyorsa da sosyoloji, bir şeyin iyiliği veya kötülüğü, uygunluğu veya uygunsuzluğu gibi hususlarda yargıda bulunmaktan uzak durmaya, yani tarafsız kalmaya gayret etmektedir.

 

 

 

ÜTOPYALAR

Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet sekli anlamı taşır. Ütopyalar, ideal düzen arayışlarının tasarlanmış tipik örnekleridir. Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte, diğer bir kısmı ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardır.

İstenen (Özendirici nitelikte) Ütopyalar

Bu tür ütopyalar, ideal bir toplum ve devlet tasarımlarıdır. Bu özellikteki ütopyaların en önemlileri şunlardır:

Platon ‘un Ütopyası

Platon, "Devlet" adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar (isçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir.

Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.

Platon‘un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de bati felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî ‘de görmekteyiz.

Fârâbî ‘nin Ütopyasi

Platon ‘dan etkilenen Fârâbî, "Medinet ‘ül Fâzila" (Erdemli Sehir) adli esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamıştır. Ona göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır.

Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Bunu sağlayan bu şehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kişidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katılmasıyla mutlu bir şehir doğar.

Thomas Morus’un Ütopyası

Roman tarzında yazdığı "Ütopya Adası" adli eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon‘un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.

Tommaso Campanella'nin Ütopyası

Güneş Devleti adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı yaparken, o da Platon‘un etkisi altında kalır. Güneş kentte her şey ortaktır. Aile yoktur. Eslerin seçimi yönetimce yapılır. Kent bir rahip tarafından adilce yönetilir. Herkes dört saat çalışır. Geri kalan zamanda sanat, eğlence, okuma, beden ve ruhları eğitme gibi zevk veren işlere ayrılır. Yöneticinin yetkisi mutlaktır. Adları "Güç", "Akil", " Sevgi" anlamına gelen üç yardımcısı vardır.

Francis Bacon'un Ütopyası

Yeni Atlantis adli eserinde ütopik devletini tanıtır. "Ben Salen" adli adada sağlam bir ahlâk anlayışı egemendir. Özel bir örgüt, halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre "Yeni Atlantis" bir bilgi devleti olarak tasarlanmıştır.

Korkutucu Nitelikte Ütopyalar

Günümüzde de ütopyalar yazılmaktadır. Ancak, bunların ortak bir niteliği vardır, o da toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike, bir yandan makineleşen bir toplumda insanın duygu, düşünce ve değer sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik haklarının kurulacak bir despotik devlet tarafından yok edilmesidir. Bu ütopyalar, insanları, bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadır.

Huxley'in Ütopyası

Yeni Dünya adlı eseri bir bilim-kurgu özelliği taşır. "Yeni Dünya" da teknoloji çok gelişmiştir. İnsanlar suni yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. İnsanlar çalışır ve eğlenirler. Hastalanma ve yaşlanma yoktur. Geçmiş, tüm değerleriyle yok edildiği için, geçmişi düşünme ve özlem duyma yoktur. Bu ütopya, doğal yaşamdan kopmayı dile getirme açısından geleceğe ilişkin bir korku ütopyasıdır.

G. Orwel'in Ütopyası

Orwel, "1984" adli eserinde despotizmin (zorbalik) egemen olduğu bir dünyayı tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya eşit güce sahip üç bloka ayrılmıştır. Yönetenler tek egemen güçtür. İnsanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlaki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmış, yasam tüm güzelliklerini yitirmiştir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çoğu kişiler casustur. En yakınlarını yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmiştir. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir.

Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularını dile getirmiştir. İnsanları, modern dünyayı etkileyebilecek sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmek istemiştir.

 

Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa ulus kimliğini veren dilidir, kültürüdür. Bir toplumun kimliğini kaybettirme politikası güden ülkeler veya uygarlıklar o ulusun önce dilini sonra dinini ve en sonunda da kaçınılmaz olan ve bunu doğuran kültürü değiştirirler.

Bir toplumun kültürü o toplumun aynasıdır. Bir ulusun kimliğini çözmek için önce dilini öğrenmeliyiz ancak bu şekilde bir ulusun kültürünü yorumsuz olarak tahlil etme olanağını buluruz. Bir toplumda sosyo kültürel sistemin gerçekten var olabilmesi için öncelikle bireylerin kişiliği ve bireylerin birbiriyle anlaşmak için kullandığı sembolik bir sistem olan dilin bulunması şarttır. Çünkü toplum yaşamı ancak iletişimle (dil ile) olanaklıdır. Dilsiz hiçbir düşünce var olamaz, insan kendi kendine düşündüğü zaman dahi sözcüklerle yani dil ile düşünür. Dil nasıl meydana gelmiştir? e cevap ararsak; insanlar ilçağlardan bu yana birbirlerine bir şeyler aktarma gereği duymuşlardır. Bu ihtiyaç kendi çözümünü oluşturmuş ve bunun sonucunda söyleme ihtiyacı dili meydana getirmiştir.

Bu dönem öncesinde insanlar ancak birbirlerine aktarmak istediklerini fiziksel özelliklerini kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Bu ise kültürlerin meydana gelmesinde en önemli faktör olan kendinden bir sonraki nesile aktarma olanağını sağlayamamıştır. Bunun bir sonucudur ki dilin kullanılmadığı dönemler, uygarlıklar ve insan toplulukları hakkında fikir sahibi olamamışızdır. İnsanlar konuşmasalardı yani dili kullanmasalardı, bilgilerini saklayıp yeni kuşaklara aktaramazlardı. İnsanlık, evlatlarına 20 milyon yıllık bir bilgi bırakamazdı yani insan toplumu hızlı gelişimini dile borçludur. Dil bir yerde araçtır toplumsal kültürün aktarımında şu döngü sağlanmalıdır: dil kültürü aktarırken kültür dili beslemelidir ancak bu şekilde dilde ve kültürde zenginleşme sağlanabilir.

Her toplumun birikimi olarak adlandırılabilecek kültür, doğal yaşama karşın insanoğlunun yarattıklarıdır. Her kültürün bilinçli veya bilinçsiz, doğru veya yanlış bir yönü vardır. Her toplum doğaya karşı yaratımlar oluştururken, maksadı diğer toplumların gerisinde kalmamayı amaçlar. Kültür; toplumlarda yaşayan insanlar tarafından yaratılır, yaşatılır ve ortaklaşa paylaşılır. Paylaşılan, yani kabul edilmiş olan tutum ve değerler o toplumun kültürüdür. Bu kültür zamanla değişim gösterir ve göstermelidir de çünkü insan ve buradan hareketle toplum değişim gösterir çok düşük bir oran dışında toplumlar olumlu yönde değişimler gösterir. Bu değişimler insanda, toplumda ve onun oluşturduğu kültürde yansıma göstermelidir. Bu yansıma sistemin bütünlüğünde birden gerçekleşivermez. Bu bir süreç içinde değişim gösterir. Bu muhtelif alanlarda hızlı olurken bazı alanlarda yavaş olmaktadır. Bu alanlar arası uyum süreci kurumlar arası bir farklılaşma meydana getirir.

Bu tip durumlarda bu evreyi atlatmış olan toplumlardan alıntılar yapılır yani hazır çözümler alınır. Bu geçiş dönemi sırasında eğer uzun vadeli ve sağlıklı çözümler isteniyorsa toplum kendi çözümünü kendi bulmak zorundadır bunu da ancak kendi yaratıcılığıyla yapmak durumundadır. Sonuçta kültürel öğeler toplumun üyelerine bir hizmet verdiği ve doyum verdiği için var olmuşlardır ve ancak bu şekilde toplumun hizmetinde olabilmiştir. Toplumun ihtiyaç ve düşüncelerine uymayan bir çözüm ilkesi o toplum tarafından kabul görmez. Kültürün sürekliliği ancak toplum tarafından oluşturulduğunda ve toplumun hizmetinde olduğunda sağlanabilir.

Toplumsal ve üretici eylemler sonucunda düşünce oluşur. Bu oluşum sürecinde tarihsel ve toplumsal birikimler rol oynar. Çünkü düşüncenin kökeni insanın ve toplumun varlığına dayanır, buradan yansır. İnsan topluluğunun dışında asla düşünce olamaz yani düşüncenin üreticisi de kullanıcısı da insan topluluğudur. Düşüncenin kökeninde yer alan toplumsal tarihsel birikim dışında bireye inildiğinde bu düşünce içeriksel olarak değişir ve de daha ileriye doğru gelişir. Yani kişisel boyuta inildiğinde düşünce özerklik kazanır. Bir toplumun egemen sınıfına da bu şekilde ulaşılır. Toplumun düşüncedeki egemen sınıfı toplumu yönlendirici, geliştirici ve toplumun manevi gücüdür.

Toplumsal düşünceler bir toplumun ya da toplumsal kesimin gereksinimlerinden doğarlar. Bu toplumsal düşünceler toplumsal yaşamda etkin olarak işlev görürler. Bu toplumsal düşüncelerdir kültürün sürekliliğini sağlayanlar. Toplumun düşüncedeki egemen sınıfı düşünceleriyle sanata yakınlık sağlar ve toplumu bu yöne çekerler, yani burada toplumu geliştirici gücünü kullanırlar.

Ulusları birbirlerinden farklı kılan unsurlar: dilleri, kültürleri, düşünceleri, dinleridir. Bunlar o ulusların toplumsal ortağıdır yani ulusun bireyleri bu ortak payda da birleşir ve bu toplumsaldan bireye inildikçe bunlar farklılık gösterebilir. Bir ulusun dilinde olumlu yönde bir değişim arzulanır ve bu ancak o toplumun üretkenliğiyle sağlanır. Kültürün zede görmemesi, düşüncelerin toplumca üretilmiş olmasıyla yani çözümlerin toplumun kendisi tarafından çözülmesi ile sağlanır.

Burada görmüş olduğumuz dilin, düşüncenin, kültürün ve de toplumun birbiri ile içiçe olmasıdır. Bu etmenlerden herhangi birinin değişmesi ile bu özelden genele yani insan ölçeğinden toplumsal ölçeğe doğru artarak cevap bulur. Buradan hareketle toplumun özerkliği kendi düşüncesini kendi diliyle oluşturması ile sağlanır ve ancak gelişir.

Osmanlı Türk kültür tarihine ışık tutan yayınlarda son yıllarda önemli bir artış gözlemlenmektedir. Çoğunluğu binlerce arşiv dokumanı ve uzun yılların birikimine dayalı bilimsel araştırmalar Osmanlı Türklerinin hem Balkanlarda hem de Ortadoğuda silinmez izler bıraktığını kanıtlıyor. Özellikle bu bölgelerde patlak veren siyasal sürtüşmeler ister istemez dikkatlerin bu bölgelerde yaşayan toplulukların tarihi üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştur. Gerek Balkanlar gerekse Ortadoğu'nun araştırılması sırasında tüm araştırmacıların keşfettiği ortak nokta, bu bölgelerde köklü bir Osmanlı Türk kültür mirasının varlığı olmaktadır. Bu miras anlaşılmadan ne siyasal ve ne de kültürel tarih araştırmalarında bu bölgelerin hakkıyla anlaşılması mümkün görünmemektedir.

Uzun ömürlü imparatorluklar ve devletler, hüküm sürdükleri topraklarda yaşayan toplulukların tarihleri, kültürleri ve düşünce yapıları üzerinde, izleri bugüne kadar uzanan derin ve silinmez izler bırakmışlardır. Roma ve Bizans imparatorluklarının Akdeniz havzası ve Avrupa'da bıraktığı ve etkileri günümüze kadar uzanan tarihi mirasları ile ilgili yüzlerce yayına rastlamak mümkündür.

Benzer şekilde İngiliz imparatorluğunun Hint yarımadasında bıraktığı izler hakkında da yüzlerce kitap elimizin altında bulunuyor. Hatta bu izleri görebilmek için dikkatli bir gözlemcinin yazılı belgelere bile ihtiyacı yok denilebilir. Çünkü mevcut olaylar, siyasi düşünce tarzları, edebiyata ve sanata yansıyan kültürel etkileşimler geçmişten günümüze uzanan imparatorluk izlerinin ve mirasının canlı birer şahidi durumunda.

Osmanlı İmparatorluğu da, Roma ve Bizans İmparatorlukları gibi alabildiğine geniş bir coğrafyada farklı dinler ve milletlere mensup toplulukları asırlar boyunca yönetme başarısını göstermiştir. İslam tarihi açısından bakıldığında ise Osmanlı İmparatorluğu'nun, Emevi, Abbasi, Fatımi ve Memlükler döneminden devraldığı mirası siyasi kurumsallaşma bakımından en üst düzeye ulaştırma başarısına imza attığı söylenebilir.

Siyasi kurumsallaşma, ekonomik organizasyon, ve uluslararası politikayı etkileme itibariyle de, Osmanlı İmparatorluğu'nun, İslam dünyasının son altıyüz yıllık tarihindeki en yaygın ve en etkili devlet sistemini kurduğunu söylemek herhalde abartılı olmaz. Peki dünya siyasetine yön verecek kadar etkili ve uzun ömürlü bir devlet sistemi kuran Osmanlı İmparatorluğu'nun kontrolü altında kalmış bölgelerde bıraktığı izler bihakkın biliniyor mu?

L. Carl Brown'a göre bu sorunun cevabı hayır. Brown'a göre Osmanlılar dönemi siyasal sistemi sürekli olarak görmezden gelinmiş ve Osmanlıların bıraktığı miras hem Batılılar hem de Osmanlılarla aynı geçmişi paylaşanlar tarafından yanlış değerlendirilmiştir. Brown'un bu fikirlerini Columbia Üniversitesi tarafından yayınlanan ve kendisinin de editörü olduğu Imperial Legacy (İmparatorluk Mirası) adlı kitaptan öğreniyoruz.

İkinci baskısı geçtiğimiz aylarda yapılan ve birbirinden ilginç onbeş makaleyi biraraya toplayan bu esere, kitabın muhtevasını yansıtan güzel bir de altbaşlık konulmuş: The Ottoman Imprint on the Balkans and the Middle East (Balkanlarda ve Ortadoğu'da Osmanlı İzleri).

Brown kitabın girizgahında Batı dünyasının genel anlamda, Osmanlı İmparatorluğu'nun çok kültürlü, çok dinli, çok dilli ve çok uluslu yapısını bilinçli olarak görmezden geldiğini belirtiyor. Yazara göre bu uzun ömürlü devletin mirasını hafife alan ve bıraktığı izleri yok sayan sadece Batılılar değil.

Osmanlı yönetimi altında uzun yıllar kalan ve ancak 20. yüzyılda ilk dönemleri sömürge altında geçirilen modern anlamda ulus-devlet kurabilme imkanı bulan toplumlar da, kendileriyle iç içe yaşamış ve bir anlamda günlük yaşantılarına sinmiş bu mirası reddediyorlar. Balkanlardaki Hıristiyan toplumlar ve güneybatı asyadaki Ermeniler, ayrı bir dil ve dine dayalı milliyetçilik rüzgarına kapılarak Osmanlı mirasını, yabancı bir gücün hegemonyası olarak görüp temelden reddediyorlar.

Aynı dini değerleri paylaşmalarına rağmen Araplar da Osmanlı idaresinin bıraktığı mirası genelde tanımıyorlar ve Osmanlı dönemini, Hıristiyanlar ve Ermeniler gibi yabancı bir yönetim olarak değerlendiriyorlar. Brown bütün bunlara ilave olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin de Osmanlıdan devralınan mirasa karşı çelişkili ve belirsiz bir tutum içerisinde olduğunu sözlerine ekliyor.

Brown'a göre Türkiye zaman zaman Osmanlı mirasına sahiplenmekle birlikte bu mirasın varisi sadece Türkiye Cumhuriyeti değil. Osmanlı yönetimi altında yüzyıllarca kalan diğer ülke ve toplumlar da bu büyük ve zengin mirasın izlerini taşıyor. Imperial Legacy adlı kitaba katkıda bulunan yazarlar işte Osmanlı ile aynı geçmişi paylaşmış bulunan, ancak günümüzde bağımsız birer devlet hüviyeti taşıyan ülkelerdeki, izleri günümüze kadar uzanan Osmanlı mirasını tartışıyorlar.

Şüphesiz Osmanlı mirasını bir kitaba sığdırmak mümkün değil. Ancak bu kitap zengin muhtevası ile kendi türünün ilk ve en iyi örneklerinden biri niteliğini taşımaktadır. Kitaba bu niteliği kazandıran şüphesiz katkıda bulunanların bilimsel yetkinliklerini kanıtlamış ilim adamları olmaları ve seçilen konuların titizlikle kaleme alınmış olmasıdır.. Kitapta yaralan makaleleri okuyacak birçok tarihçi ve toplumbilimcinin Türkiye fiziki sınırları dışında kalan bölgelerdeki Osmanlı mirasına daha da fazla ilgi duyacakları kuvvetle muhtemel.

Imperial Legacy'deki ilk yazı ünlü tarihçimiz Halil İnalcık'a ait. İnalcık, Mirasın Anlamı: Osmanlı Örneği başlıklı makalesinde, tarih araştırmalarında miras meselesinin nasıl anlaşılması gerektiğine değinerek, Osmanlı mirasının günümüze şekil vermede nasıl ve ne türden etkilerde bulunduğunu tartışıyor. İnalcık, Osmanlı mirasının günümüze uzanan boyutlarını incelerken Osmanlı devletinin siyasi ve sosyal sistemini, bu devletin yönetimi altındaki gayr-i müslim toplulukları ve Arap dünyası ile Osmanlı ilişkilerini birer birer tahlil ediyor.

Maria Todorova ise Balkanlarda Osmanlı Mirası adlı makalesinde, Osmanlı döneminin Balkanlar gibi geniş ve çok kültürlü bir bölgede bıraktığı siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve demografik izleri tahlil ediyor. Karl K. Barbir'in Arap Dünyasında Osmanlı Mirası başlıklı yazısı da, Osmanlı döneminin Arap İslam coğrafyasında bıraktığı izleri konu ediyor. Barbir, Arapların Osmanlı mirasına olumsuz baktıklarını ve Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle bu mirası reddettiklerini belirterek, Arap tarihinin, yaklaşık dört asırlık bir Osmanlı mührü taşıdığını ancak bu dönemin, doyurucu araştırmaların noksanlığından dolayı yeterince bilinmediğine ve yanlış yorumlandığına dikkat çekiyor.

L. Carl Brown'ın editörlünü yaptığı Imperial Legacy tam bir miras hazinesi. Osmanlı döneminin Balkanlar ve Ortadoğu'da bıraktığı izleri keşfetme sevdasında olanların sürekli olarak başvuracakları bu kitabın yeni araştırmalara kapı aralayacağına şüphe yok.

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un fethinden sonra şehirdeki gayri mislim cemaatleri kendi dinî önderlerinin yönetiminde serbest bıraktığı, Gennadios Skolariosu devletin her yanındaki Ortodoks hristiyanlarının dinî ve sivil otoritesine terk ettiği bilinir. Dinî liderler önderliğinde kendi kendine yönetme sistemi yahudilere ve ermenilere, diğer Müslüman olmayan azınlıklara da tanındı. Bunun sonucu kiliseler ve onun başında bulunan dinî görevliler kendi cemaatlerinin her türlü eğitim, din ve hukuk işlemlerini kendi düzenledikleri yasalara göre yapmakta idiler. Bu gayri müslim cemaatler, buna sonradan milllet sistemi denildi, Devlete cizye ve haraç gibi şeri vergiler veriyorlardı, fakat bunlar kendi kiliselerine de bir kısım ödemelerde bulunmakla da yükümlü idiler.

XVII. yüzyılın sonlarına doğru Orta Anadolu'daki hristiyan olup Fener Patrikhanesine bağlı topluluklardan kiliselerine vermekle yükümlü oldukları vergilerin tahsilinde Osmanlı Devleti görevlilerinin fermanlarla vergi toplamak için kendi idarî birimlerine gönderilen kiliselere yardım etmeye davet edildiklerini, diğer bir deyimle bu yolda emirler verildiğini Konya Şeriyye Mahkemeleri kayıtlarından öğrenebilmekteyiz. Bu vergiler 1682de ev başına 12 akçe patriklik, 12 akçe metropolitlik, yine ev (hane) başına her papaz için 1 altın idi. Halbuki XV. yüzyılın sonlarında İspanyada Aragonya ve Kastilya hükümdarları birleşip büyük bir devlet kurunca sade müslümanları kılıçtan geçirmekle kalmamışlar, yahudileri de ülkelerinden sürmüşlerdi. Orta Avrupa'da da yahudiler aynı akibete maruz kalmışlar, Osmanlı Devletine sığınmışlardı. Osmanlı Devletine yahudi göçünün XIX. yüzyılda II. Abdülhamid zamanında da devam ettiği bilinir. Dahası da var. 1096da Avrupada Almanyadan Orta Doğu istikametinde yola çıkan Haçlı sürüleri de ilkin Alman şehirlerindeki yahudi dükkanlarını yağmaladıkları,havralara sığınan yahudileri oralardan çıkartıp öldürdükleri Haçlı Seferleri tarihi kitaplarında uzun uzun anlatılır. Hitler zamanın da Almanyada yahudilerin maruz kaldıkları muameleler hâlâ hafızalardan silinmemiştir. Amerikayı keşfeden İspanyollar ve onları takiben yeni kıtaya yerleşenler kızılderilileri hemen hemen yok etmişlerdir. Balkanlarda da uzun yıllar Osmanlı idaresinde kendi kültürlerini geliştiren milletlerin de bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türklere yaptıkları katliam, sürgün, yağma , isim değiştirme, toplulukları eritme siyasetinde hatıraları yurdumuzdaki Bakanlardan gelen soydaşlarımızın belleklerinde yaşamaktadır. Birkaç sene önce Bosna-Hersekte Sırpların ve Hırvatların müslüman boşnaklara yaptıkları muameleler de unutulmamıştır.

Osmanlı belgerinde devletin gayri müslim uyruklu vatandaşlarına nasıl davrandıklarının örnekleri pek çoktur. Meselâ XVI. yüzyıla ait Tahrir Defterlerinde şehirlerde yaşayan insanlardan sakat olanlara, müflis olanlara, ihtiyar olanlara vergi bağışıklığı uygulaması yapılmaktadır. Arnavutluk'ta II. Murad zamanında timar sahibi hristiyanlar vardır. Halil İnalcık'ın yayınladığı bir Tahrir Defterinde bunun örneklerine rastlanır. Hatta, bir gayri müslimin arazisi bir timar erine verildiği halde, onun müracaatı üzerine mesele tahkik edilip arazi tekrar eski hristiyan sahibine verilmiştir. Çukurovada dağlık kesimlerdeki kalelerde görevli gayri müslimler, Ermeniler vardır. Bunlar da bir kısım vergilerden muaftırlar, karşılığında hizmet yapmaktadırlar.

1839da Tanzimat Fermanının Gülhane Parkında okunmasından yaklaşık altı-yedi ay kadar önce Tersâne-i Âmire'de, yani bugün Kasımpaşa'da bulunan eski Osmanlı gemi yapım tesislerinde görevli işçi ve kalfalardan yararlanıp işgöremez hale gelenlerin kendilerine ve çocuklarına, yine bu uğurda hayatlarını kaybedenlerin geride kalan eş, çocuk, hatta analarına devletin maaş bağladığını arşiv kayıtlarından öğrenmekteyiz. Bu hususta müslüman ve hristiyan ayırımı da yapılmadığı yine aynı belgelerden anlaşılmaktadır.

Birinci Dünya Harbinde Çanakkale muharebeleri esnasında Gelibolu yarımadasındaki amansız ölüm-kalım mücadelelerinde, üzerlerine makinelilerden çıkan kurşunlar veya İngiliz gemilerinden top gülleleri ve şarapnel parçaları yağan Mehmetçik'in neler yaptığını o dönemki hatıralardan öğrenmekteyiz. 10 Ağustos 1915'te Conkbayırında kıran kırana savaşlar devam ederken, bir saka erinin yolunu şaşırıp İngiliz (Anzak) mevzileri yakınına geldiğinde iki düşman askerinin susuzluktan ölüm halinde olduklarını gören Mehmetçik'in, yanlarına yaklaşarak önce işaretle silahlarını aldıktan sonra, onlara su verdiğini, sonra da önüne katarak birliğine getirip esir aldığını Fahrettin Altay bizzat kahraman Türk askerinin kendisinden dinlemiştir. İngilizlerin Çanakkale muharebelerinde su sıkıntısı çektiklerini ve bunu gidermek için almaya çalıştıkları önlemlerden İngiliz Başkomutanı General Hamilton bir raporunda bahs eder.

Bu şaka olayını 20 yaşlarında Askerî Tıbbiye öğrencisi iken Çanakkale'ye gönderilen Fahri Celâl (Göktulga) sonradan efsaneleştirmiştir. Adanalı sıska, fakat çok kuvvetli bir genç asker olan Keloğlan lakaplı Mehmet yanlışlıkla su yüklediği eşeğiyle İngiliz siperlerine girer. Yakalanacağını anlayınca, yalan söylemek zorunda kalır. Sizin su sıkıntısı çektiğinizi gördüm, onun için size su getirdim der. Kendisine bol yiyecekler ve hediyeler verilir, birliğine döner. Bu defa Yüzbaşı görevini yapmadığı için falakaya yatırmak ister. Yaşlı bir asker, atılır, komutanından Keloğlan'ın yerine kendisinin falakaya yatırılıp cezalandırılmasını ister. Nedeni sorulduğunda da verdiği cevap herkesi hayretler içerisinde bırakır ve Keloğlan'ın bağışlanmasını sağlar. Keloğlan'ın babası Yemen'de kahramanlık göstermiş, şehid olmuş, oğlunu da arkadaşına emanet etmiştir. Arkadaşı Çanakkale'de aynı birlikte bulunan bu, yaşlı askerdir.

Türk askerinin meziyetlerini dost, düşman hemen herkes anlamaktadır. Birkaç örnek verelim:

Daily Telegraph gazetesinin bir muhabiri olan William Sheppard bir İrlandalı yüzbaşıdan dinlediği değerlendirmeyi 14 Aralık 1915 tarihli gazetesinde şöyle anlatır: Türkler dehşetli muharip, fakat daima centilmendirler. Almanlar gerek ölüleri gömmek, gerek yaralıları toplamak için mütarekeye hiçbir zaman razı olmuyorlar. Lâkin Türkler hiçbir vakit mütareke tekliflerimizi ret etmediler.

Bir başka İrlanda'lı da bilmeyerek hastahane yanına yerleştirdikleri bir bataryanın farkına varan Türklerin, ışıldakla kendilerini uyardıklarından, eğer bataryayı oradan kaldırmazlarsa, hastahanenin zarar göreceğini bildirdiklerinden bahseder.

İngilizler ise etrafını tel örgülerle çevirdikleri bir alanda otları ateşe verdiklerinden, Türk erlerinin kendilerini korumak için nasıl kaçıştıklarının Bean isimli bir başkası nakleder.

Bütün bu örnekler Türk insanının ,erinin hoşgörüsünün, merhametinin bir kanıtıdır. Bu höşgörü nereden gelmektedir? Bunda dinîn öneminin büyük rolü olduğu düşünülebilir. Lâkin, Birinci Dünya Harbi'nin son yılında Osmanlı orduları Filistin'den çekilirken, bedevî arapların yaralı erlerin bağırsaklarını deşerek para aradıklarını yine hatıralardan okuyoruz. Şu halde mesele sadece dinden kaynaklanmıyor.

Türklerin Orta Asya'dan itibaren dünyanın -o zaman ki her tarafına yayıldıklarını, çeşitli kavimlerle tanıştıklarını, onları yönettiklerini, aralarında dostane ilişkiler olduğu, bunun da Türk hoşgörüsünde önemli bir katkısı olduğu düşünülebilir. Gerçekten de, köyünden, çevresinden ayrılmayan insanların daha bağnaz, yabancılara karşı daha uzak mesafeli oldukları görülür. Bu nedenle Türk Hoşgörüsünü onların yayılmalarına, farklı milletlerle tanıştıklarına bağlamak mümkün görülmektedir.

Bununla beraber, Yunanlılar (Eski Grekler) tarihin çok eski dönemlerinden itibaren Akdeniz'in, Karadeniz'in kıyılarına yayıldıkları bilinir. Lâkin İstiklâl Harbinde Anadolu'yu Polatlı yakınlarına kadar istilâ edenlerin yaptıkları tahribat, Rum din adamlarının ve devlet adamlarının aynı tarihlerde Anadolu'da tek Türk kalmamacasına yok edileceklerini anlatmaları, bu yolda beyanlarda bulunmaları, 1963'te Kıbrıs'ta bebekleri bile banyo kûvetinde öldürenlerin de birer Yunanlı olduğu düşünülürse, bu işin başka milletle tanışıp, dostluklar temin etmekle ilgisi olmadığı anlaşılır. O durumda da ortada tek neden kalmaktadır: Milletlerin genlerinde dedelerinden, atalarından miras kalan hasletler, davranışlar, meziyetler. Sanırım, Türk'ün hoşgörüsünün enginliği de buradan kaynaklanmaktadır.

Atatürk'ün genç yaşlarında Gelibolu yarımadasında hayatlarını kaybeden Anzakların ana ve babalarına bir hitabesi vardır. Bu hitabe Avustralya'da bir bir parktaki anıta da nakş edilmiş, Turgut Özal da o ülkeye gittiğinde bunu görmüştür. Atatürk'ün söyledikleri şudur: "Ey analar, babalar. Çocuklarınınz için üzülmeyin. Onlar bizim topraklarımızda genç yaşta hayatlarını kaybetmişlerdir. Onlar artık bizim de çocuklarımızdır. Müsterih olunuz."

İşte Türk Hoşgörüsünün başka emsali olmayan bir âbidesi de bu sözlerdir.

SOSYAL HİZMETLERDE SOSYOLOG KADROSUNUN GEREĞİ

Toplumu, toplumsal ilişkileri, olayları, kurumları ve toplumsal değişmeleri, insan ilişkileri, davranışları ve etkileşimlerini neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde inceleyen sosyoloji; sosyal hizmetlerin temelinde olan bilim dallarından birisidir.

Sosyologlar, insan ilişkilerini ve davranışlarını toplumsal yapı ve değişme çerçevesinde araştırırlar. Toplum içinde birey gerçekliğinden hareketle, insan davranışları toplumsal ilişkiler ve etkileşim bağlamında anlamlıdır. Sosyologlar, aileden başlayarak eğitim, hukuk, ekonomi, siyaset, din vb. kurumlardaki sosyal davranış örüntülerini inceler. Sosyal problemler saptanır ve çözüm önerileri geliştirilir.

Sosyolojinin, dolayısıyla sosyologların bu betimlenen kısa tanımından hareketle, insanların bulunduğu her kurumda sosyologların görev yapmasının gerekliliği ve önemi yadsınamaz.

Son zamanlarda, Malatya'daki Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu 0-6 Yaş Grubu Malatya Çocuk Yuvası'nda yaşanan ve medyada yer alan vahşet dolu şiddet görüntüleri çerçevesinde gündeme gelen, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yeniden yapılanması için yasa tasarısı hazırlandığı ve bu yasa tasarısı için sivil toplum kuruluşlarından öneriler beklendiğini, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı açıklamıştır.

Medyadan edindiğimiz bilgilere göre, yeniden yapılanmada koruyucu ve gönüllü aile sisteminin oluşturulması hedeflenmektedir. Gerek koruyucu aile sisteminde gerekse sosyal hizmetler kurumlarında (çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları, huzurevleri vb. gibi) korunan ve barınan çocuk, genç ve yaşlılara verilen sosyal hizmetlerin denetlenmesi önem taşımaktadır.

Bu çerçevede, sivil toplum kuruluşlarının ve halkın, sosyal hizmet kurumlarıyla ilgilenmeleri ve denetlemesinin önü açılmalıdır. (Sosyal Hizmetler İzleme Kurulu gibi). Bunun yanında sosyal hizmetlerin işlevselliğini artırmak için profesyonel olarak sosyologların görev yapması daha yararlı olacaktır. Yeni hazırlanan Sosyal Hizmetler Yasa tasarısında, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü merkez ve taşra teşkilatlarında Sosyolog Kadrosu'na yer verilmelidir.

Hazırlanan yasa tasarısında, Adalet Bakanlığı'nın hazırlamış olduğu ve 20.07.2005 tarih ve 5402 sayılı Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu örnek alınabilir. Bu yasada, psikolog ve sosyal çalışmacı yanında sosyolog kadrosu da bulunmaktadır.

Çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları ve huzurevleri ile yeni yapılanacak olan koruyucu aile sisteminde sosyologlar; sosyal araştırma yapmalı, sosyal hizmet işleyişini izleyip denetlemelidir. Böylece, olası problemler önceden belirlenip önlemler alınabilir. Sosyologlar, araştırma, gözlem yapma ve izleme yanında; kurum içindeki ve dışındaki halkla ilişkiler faaliyetini de yürütebilirler. Sosyologlar, kurum içindeki çalışanların birbiriyle uyumu, görevlilerin hizmet verilen bireylerle (çocuk, genç ve yaşlı) uyumlu etkileşimi, sosyal faaliyetler, rehberlik, kurumun halkla ilişkileri vb. görevleri yapacak donanımda yetiştirilmektedir.

Sosyal hizmetler, sosyolojik bakış açısı ve uygulaması olmadan başarılamaz. Bunun için de, sosyal hizmetler alanında sosyologların istihdamının önemi yadsınamaz bir gerçekliktir. Sosyal hizmetler kurumlarında, sosyologların istihdamı önemli bir boşluğu dolduracaktır. İnsanımıza ve toplumumuza önem veriyorsak ve sağlıklı bir toplum istiyorsak, sosyologlara gereken önemi vermek zorundayız. Çağdaş toplumlarda sosyologların önemli işlevleri vardır. İnsanların olduğu her ortam, sosyologların da profesyonel olarak bulunmaları gereken yerlerdir.

Sosyolog kadro kanununun çıkarılması konusunda, 18-20 Mayıs 2004 tarihlerinde Ankara'da düzenlenen IV. Aile Şûrası'nda kabul edilen ve Kent Yoksulluğu ve Aile Komisyonu'nun sonuç raporundaki öneri şu şekildedir: Başta aileden sorumlu Devlet Bakanlığı olmak üzere, diğer Bakanlıklar ve yerel yönetimler ile eşgüdüm içinde, kentsel alanlarda Sosyal Danışma ve Destek Merkezleri kurulmalı ya da bu amaçla hizmete açılmış olan Toplum Merkezi, Aile Danışma Merkezi gibi kuruluşlar yaygınlaştırılmalıdır. Bu merkezlerde, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, sosyologlar, avukatlar, ev ekonomisti ve çocuk gelişim uzmanları eşgüdüm içinde görev yapmalı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Sosyolog Kadro Kanunu'nun hazırlanarak çıkartılması ve bu bağlamda kurumlar için gerekli olan meslek elemanlarının özendiriciliginin sağlanması.(IV.Aile Şurası Kararları, 18-20 Mayıs 2004, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara).

Aile Şurasının yapılış gayesi, durum saptama ve önerilerden hareketle politika geliştirme olmalıdır. Bizzat Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın düzenlediği IV. Aile Şurasında alınan her karar önemsenmelidir. Aile Şurasında alınan kararda önerilen yapılanmalar yanında, yeni hazırlanan yasa tasarısında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumlarında sosyologların istihdamının önünü açmak, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkisindedir. Sosyal bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, sosyal hizmetler alanında sosyologlara görev vermesi bir gerekliliktir.

SOSYAL ANTROPOLOJİ

Antropolojinin alt dallarından bir tanesi de yirminci yüzyılda gelişen Sosyal Antropoloji'dir. Avrupa'da özellikle İngiltere'de 1908 - 1910 yılları arasında gelişen Sosyal Antropoloji; insan davranışlarının karşılaştırmalı incelenmesi olarak tanımlanabilir.

Araştırmalarında toplumsal yapıya ağırlık veren; toplumsal kurumların ve formların sistematik ve karşılaştırmalı araştırmalarını yapan sosyal antropoloji Radcliffe Bronw ve Bronislaw Malinowski tarafından kurulmuş ve geliştirilmiş olup difüzyonizme ve evrimci kurama bir tepki olarak doğmuş; kısmen Durkheim sosyolojisini izlemiş kısmende sosyolojideki yapısal fonsiyonalist görüşün öncüsü olmuştur. (Örnek 1971:212) Bu terim Birleşik Amerika'da bazen etnoloji sözcüğünün yerine kullanılırsa da genellikle insan davranışlarına yaklaşımın bir boyutunu oluşturur.

Ayrıca belirli problemlerin kültür, toplum ve kişilikle ilgili yönünü de inceler.(Saran, 1993:22, 23) Kültür Antropolojisinin toplumsal olguyu inceyen bölümü ise Sosyal Antropoloji olarak adlandırılır.

Toplumsal olgu denildiğinde genellikle şunlar kastedilir: Sosyal örgütlenme, evlilik adetleri ve örfleri, adetler ve ahlaksal amaçlar, folklor, inanç sistemi, din, dil ve dille düşüncenin ilişkileri vb. (Saran, 1996:143) Bu dal önceleri ilkel toplumları ele alırdı. Bugün yaşayan kültürleri de inceler. (Tezcan, 1996:3) Sosyal antropolojinin inceleme sahası sosyal davranışlar ve sosyal gruplarda organizasyon ve kültür üniversalleridir ve sosyal antropoloji kültürün teşekkülüne ve değişimine hakim olan kanunları arayacaktır. (Saran, 1971:16)

Sosyal antropologlar diğer konulardan çok, insan toplumlarının sosyal organizasyonunu tayin eden evlilik ve akrabalık ile ilgilenmişlerdir.

Huzur ve Tutunamayanlar'ın "Batılılaşma" sorunsalı etrafında inceleme denemesi, beraberinde Dünya Sisteminin(1) içinde bulunduğu dönemselliği de incelemeyi gerektirmektedir.

Bunu da merkez ve çevre ülkelerde "Modernite" kavramına bakarak yapabiliriz. Dünya ekseninde 20.yy. çağı hızlı toplumsal dönüşümlerin ve kültürel devrimlerin yaşandığı bir çağdır. Bu dönüşümün hızlı ve evrensel bir şekilde yaşandığı mutlaktır fakat merkez ve çevre ülkelerin hangi eksende yaşadığı önem kazanmaktadır.(2)

Orta ve Batı Avrupa değişimi zaten alışık olduğu bir olgu şeklinde yaşarken, geriye kalan ülkeler yani dünya nüfusunun %80'i, 1950'lerde ansızın sona eren bir Ortaçağ ile karşılaştı.

1910'larla başlayan süreç batılı toplumlarda modernizmin kendini geniş ölçüde ifade etme olanaklarını bulduğu bir süreçti. Bunun edebiyattaki görüntüsü kendini gelenekten koparma şeklinde idi. Bu olguyu Üçüncü Dünya Ülkeleri kapsamında ele aldığımızda, hem geleneksel değerlerin yanında saf alanların hem de batıcıların başlıca görevinin kendi halklarının çağdaş gerçekliğini keşfetmek olduğunu söyleyebiliriz.

Yukarda bahsedilenleri Dünya Sisteminin içinde bulunduğu dönemin öncülleri olarak kabul edersek, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-inşa sürecinde nasıl bir yol izlediği daha kolay anlaşılacaktır. Böylece Tanzimat'la birlikte bahsedilmeye başlanan "Batılılaşma" sorunsalının çatısı belirecektir.

Berna Moran Türk Romanının ana sorunsalını "Batılılaşma" nın oluşturduğunu söyler ve romanın işlevini, kuruluşunu ve tiplerini de önemli ölçüde bu sorunsala dayandırır.(3) Bu sorunsalın köklerini Tanzimat' tan başlatır.Bizde roman, Batıdaki gibi feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde doğmamıştır. Burjuva sınıfının yani bireyciliğin ortaya çıktığı bir sürecin anlatısı değildir. Batılılaşma hareketinin taklit bir ürünü olarak doğmuştur.(4)

Peki o zaman "Batılılaşma" adıyla anılan şey nedir? Asıl olarak 1839'daki Gülhane Hatt-ı Hümayu'nu ile başlatılan bu reformlar silsilesinin yüzünün halka dönük olmaması nelere yol açtı? Daha doğrusu Türk Romanındaki görüntüleri neler oldu? Tanzimat Dönemi yazarlarının edindiği misyonlar açısından olaya bakarsak, yazarların iki yönlü bir süreçten geçtiğini söyleyebiliriz. Birincisi Batı'da yaratılmış yeni türleri ülkeye sokmak, ikincisi da bu türleri-özellikle romanı-eğitici bir amaç doğrultusunda kullanmak.

Tanzimat'ta "Batılılaşma" sorunsalının bir ürünü olarak doğan romanın Cumhuriyet Dönemi'nde nasıl serüvenlerden geçtiğini anlayabilmek için, Cumhuriyet'in ilanından sonra yaşanan süreci incelemek gerekmektedir:

Cumhuriyet'in ilanıyla oluşturulan devletin ne gibi hedefleri vardı? "Muassır Medeniyetler seviyesine ulaşmak" ve "ulus" olmak. Bu durumu yukarda bahsedilen "Dünya Sistemi" ekseninde düşünürsek, üçüncü dünyada oluşmuş yeni devletlerin kendilerini uluslararası alana yeleştirme çabası olarak değerlendirebiliriz. Yani "Batılılaşma" ve "Uluslaşma" süreçlerinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği aşikardır. İki politika da Cumhuriyet Dönemi ideolojisinin oluşmasında stratejik bir rol oynar. Yeni oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı mirasında kendi ideolojisinin nüvelerini bulamaması O'nu yeni bir kültürün inşasına yöneltmiştir. Bu icadın "Batılılılaşma" ve "Uluslaşma" olarak ikili bir süreçte devam etmiş olması, Tanzimat'ta romanın ana ekseni haline gelen "Batılılaşma" Sorunsalının, Cumhuriyetin ilanıyla sona ermediğini daha da derinleşerek devam ettiğini gösterir. Yalnız Burada 1950'lerle başlayan sürecin sorunsallık açısından farklılık taşıdığı parantezini açmak gerekmektedir. Berna Moran 1950'lere kadar olan süreçte, "Batılılaşma" asıl sorunken; 1950 sonrası süreçte asıl sorunsalın "Sınıflılık"olduğunu söyler.(5) Kısaca, "Modernizm"i asıl olarak 1950 sonrası sınıflılık dönemine oturtmuştur.

O halde "Modernizm" in tanımını yapmak ve bu tanım doğrultusunda dönemselliğinin köşelerini çizmek gerekmektedir: Orhan Pamuk, edebiyatta "Modernizm" den yalnızca geleneksel olana bir karşı çıkış değil; genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anladığını söyler.(6) Modernist anlatılar içinde üretildikleri toplumun ürünleri değildirler. Kendi içe dönüklükleri ile ortaya çıkarlar. Hangi teknikleri kullanır Modernist Roman? Bilinç akışı, anlatıcı denen merkezin dağılması, zamanda sıçramalar, hatırlayan bilincin çözülmesi... gibi teknikleri sıralar Orhan Pamuk. Peki Huzur ne kadar modernisttir Orhan Pamuk'a göre?

Süha Oğuzertem "Modernizm"in dönemsel bir tarifini yapmak isterken; onu asıl olarak 1950'lerden sonraya yerleştirir ve Oğuz Atay öncesi modernist bir roman olarak Huzur'u bir istisna olarak koyar.(7) Peki Orhan Pamuk? O'nun görüşlerinden özetle Tanpınar'ın bir cemaat insanı olduğu çıkartılabilir. Temel olarak, Tanpınar modernist bir roman üreticisi değildir.

Tanpınar'ın "Batılılaşma" karşısında takındığı tutuma ve bir cemaat adamı olarak tavrına aşağıda değinileceğini göz önüne alarak, Huzur'da ve Tutunamayanlar'da "Batılılaşma" sorunsalını incelemeye çalışalım:

Huzur'da Tanpınar'ın asıl derdinin bir takım değerler arasında süregiden çatışmayı sergilemek ve çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz'da göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar'ın "Batılılaşma"ya dair görüşlerini vermesi açısından romandaki diğer bireyleri de incelemek gerekir. Fakat bunalımın asıl görüntüsünün Mümtaz üzerinden olması bizi Mümtaz karakterini daha derinlikli olarak incelemeye iter.

Mümtaz'ın bunalımı yaşadığı iç dünyasının sergilenmesi Tanpınar'ın anlatım tekniğini de belirler. Roman 3.tekil şahısla anlatılan bir romandır. Fakat 3.tekil anlatıcının bilinci, romanın temel kahramanının bilincine çok yakındır. Hangisinin düşünüyor, hangisinin ifade ediyor olduğu zaman zaman birbirine karışır. Romanın tekniğine dair bu notu romanın sonunda Mümtaz'ın bunalımına yol açan nedenler, değerler çatışması romanın tekniğine de yansır şeklinde özetledikten sonra Mümtaz'a geri dönelim.

Berna Moran, yukarıda adı geçen değerler çatışmasının romandaki görüntüsünün Mümtaz'ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması olduğunu söyler.(8) Genel anlamıyla estetik değerler ile sosyo-politik değerlerin çatışması.

Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş imleriyle kendisini gösteren toplumsal sorun, daha sonra ikinci ve üçüncü bölümlerde karşımıza çıkacak olan estetizm kaygılarıyla karşıt durmaktadır ve romanın son bölümünde bu karşıtlık bir çatışmaya dönüşür.

Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş işaretleri( gazete haberleri,telefon konuşmaları vb.), dilenciler, yoksul mahalleler sıkıntılı bir atmosfer yaratır. Mümtaz'ın neden sıkıntılı bir ruh halinde olduğunun işaretleridirler.

Romanın ikinci bölümünde, Mümtaz'ın estetik değerlerle ilgili görüşleri ile karşılaşırız. Mümtaz'a göre -aynı zamanda değerler çatışmasının bir ucunu oluşturan estetik değerlere göre- insan her anına sanatçı duygularla yaklaşmalı, her yerde güzeli kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalıdır.

Roman'ın üçüncü bölümünün sonunda ise Doğu-Batı sorununa değinilir. Bu bölümde Tanpınar, İhsan'ın ağzından kendi görüşlerini dile getiriyor gibidir. ( Bu konuya İhsan karakteri özelinde ve Tanpınar'ın "Batılılaşma" sorunsalı karşısındaki konumu açısından aşağıda değinilecektir.)

Dördüncü bölümde Mümtaz artık, toplumsal sorumluluğu ile kişisel mutluluğunun çatışmasının yarattığı bunalımı derin bir şekilde yaşamaktadır. Berna Moran birinci bölümde sıkıntılı atmosferi yaratan bir takım işaretlerin bu bölümde artık karşılarında tavır almayı gerektiren olgulara döndüğüne dikkati çeker.(9) Daha önce kendi kişisel mutluluğunun peşinde olduğunu gördüğümüz Mümtaz bu bölümde mesuliyet fikriyle içiçedir ve bu fikri bir saplantı halinde yaşamaya başlar. Mümtaz içinde bulunduğu bunalımı sonuna kadar yaşar. Öyleki, ölüm O'na oldukça çekici gelmektedir.

Huzur romanına baktığımızda; Tanpınar'ın, İhsan'ın ağzından kendi görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Tanzimat ile başlayan "Batılılaşma" hareketi 1923'den sonra daha da hızlanmış ve bir kültür ve uygarlık buhranıyla sonuçlanmıştır.

Berna Moran'ın belirttiği üzere, Tanpınar'a göre sorun kendi yaşam biçimlerimizi terketmiş olmakta yatar.(10) Sorunun aşılması toplumun ve yeni hayat şekillerimizin kendimize göre yeniden yaratılmasıyla olacaktır.

Tanpınar'ın Batıyı ele alışı da bu eksendedir. Batıda yaşanan değişimler ve orada var olan kültür kendilerine has olan şeylerdir. Bir bütünlük teşkil ederler. Yani onlar için hakikidir ve bizde aynı şekilde yaşanamaz. Taklitlerden ibaret kalır. Tanpınar çağdaşlaşmaya karşı değildir, bu olgunun köksüz bir zemine oturtulmasına karşıdır.

Şimdi bu durumun O'nun roman tekniğine nasıl yansıdığına ve modernist roman açısından görüntülerine değinmeye çalışalım:

Yukarda da anlatıldığı üzere romanda anlatıcının dili üçüncü tekil şahıstır ve anlatıcının bilinciyle romanın temel kahramanının bilinci zaman zaman birbirine oldukça fazla yakınlaşır. Uzaklaşma anlarında Tanpınar'ın bir "Biz" den bahsettiği görülür. Yani bu anlarda Tanpınar kahramanı ile kendisi arasına bir sınır koyar. İçerisinde yaşadığı toplumun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Yine de bu sorumluluğu üzerine alırken kendi bilgisinden kati suretle emin değildir. Hatta kuşkulu olduğu, bu nedenle otoriter bir sese sahip olmadığı söylenebilir. Tanzimat romancısının baba otoritesi ile modernist anlatıcının özerkliği arasında bir yerde durmaktadır.

Huzur'dan sonra "Batılılaşma" sorunsalı etrafında incelenecek ikinci kitap Tutunamayanlar'a geçtiğimizde kitabın kurgulanışına, hikaye edilişine dair söyleyebileceğimiz şeyler bizi yine aynı kitabın tekniğine götürür. Bu teknik etrafında; Türk Romanının modernite-postmodernite serüveni ve bu serüven içinde yazarın konumu da incelenmelidir.

Peki Tutunamayanlar'ın karmaşık yapı ve anlatım yöntemlerini oluşturan hikayesi nasıl bir metin oluşturur? Berna Moran bunu bir tür çerçeve içine alınmış çeşitli metinler olarak koymaktadır.(11) Gazetecinin önsözü ve Turgut'un mektubu dış çerçeveyi yani Tutunamayanlar kitabının öyküsünü oluşturur. Tutunamayanlar'ın da iki öyküsü ve bu iki öykünün iki ayrı baş kişisi vardır. Turgut Özben arkadaşı Selim Işık'ın intihar nedenini araştırırken kendi ruhsal serüvenini yaşar. Bu öykünün çerçevesinin içinde ise Selim Işık'ın öyküsü yer alır.

Kitabın öykülenişini bu şekilde açıklamaya çalıştıktan sonra karakterlerin "Batılılaşma" sorunsalı etrafında nasıl bir serüven geçirdiklerini incelersek Turgut ve Selim'in birbirinden çok ayrı tutulamayacağını belirtmek gerekir. Turgut'un, Selim'le özdeşleşme serüvenini yaşadığını söylersek bu daha da açıklık kazanacaktır.(12) Bu durumda izlenecek yol, Turgut'u anlatmaya çalışmak ve bu serüven içeresinde Selim'e de değinmek olabilir.

Turgut Selim olmanın peşindedir, yani "Tutunamayan" olmanın. Peki kimdir Selim? Bir "Disconnectus Erectus" olması Türkiye'nin "Batılılaş(tır) ma" serüveninde nasıl bir yere tekabül eder? Selim'in oyunlarla olan iyi ilişkisi O'nun burjuva sınıfının değer yargılarından uzak bir yere konumlanmasına yardım etmektedir. Edebiyat ve sanat burjuva mantığına uymadığı için bunlar Selim'e göre yaşama anlam veren şeylerdir. Yukarıda bahsi geçen "Batılılaş(tır)ma" ve "Uluslaş(tır) ma" süreçlerinden geçerek 1950'lerde kendi sınıflı toplumunu oluşturmuş Türkiye için burjuva sınıfının değer yargıları artık oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Selim ve O'nun serüveni peşindeki Turgut içinse bu değer yargılarının ve sahte yaşamın karşısında bir direnç noktası yaratmak "Tutunamamak" olmakta yatar. Bu direnç noktası Selim'in öyküsünde sanat ve mitosla olmaktadır.(13) O halde Turgut'un serüveni de bu boyuta yakın bir yerlerde sürüyor olmalıdır. Turgut, Selim'in mektubunu almadan önce, küçük burjuva sınıfının değer yargılarıyla özdeşleşmiş bir bireydir. Yani "Batılılaşma" sorunsalının beraberinde getirdiği sınıflılık toplumunun dayattığı değer yargılarına karşı çelişik değildir. Bu mektup Turgut'un "Tutunamayan" olmayı seçişi ve Selim olmaya doğru adım atışının bir başlangıcıdır.(14) Turgut artık "Tutunamamak" a ve yazar olmaya adım atmıştır. Romanının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkan ve Turgut'un ikinci beni olan Olric O'nu kitabı yazmaya ikna eder. Serüven Turgut'un görevini keşfettiği noktada son bulur, ya da belki de hiç sonlanmaz. Turgut hala serüveninin peşindedir.

Tam bu noktada durup, Mümtaz'ın içinde kalarak çelişkisini yaşadığı sorunsalı Selim'in ve Turgut'un reddederek onun dışında kalmayı seçtiklerini söyleyebiliriz. Peki Selim ve Turgut'un dışında kalmayı seçtikleri şey sadece Batılılaş(tır)mayla gelmiş olan burjuva sınıfı ve O'nun değer yargıları mıdır? Berna Moran, Selim'in temsil ettiği değerlerin sadece sanatla ilgili olamayacağına ve bu değerlerin karşısına konan şeyin küçük burjuva sınıfına indirgenemeyeceğine dikkati çeker.(15)

Turgut ve Selim karakterlerinin yardımıyla "Batılılaşma" sorunsalının görüntülerine değinmeye çalıştıktan sonra kitabın yazarının ve dolayısıyla kitabın bu sorunsalın neresinde durduğunu açıklamaya çalışalım:

Atay'ın Türkiye'nin "Batılılaş(tır)ma" ve "Modernite" serüvenindeki yerini açıklamanın yolu kitabında kullandığı tekniklere değinmekten de geçer. Berna Moran, Atay'ın çeşitli metinlere göndermeler yaparak, 19.yüzyıl gerçekliğine sırtını dönmüş bir roman yazma kaygısı da olduğunu belirtir.(16) Atay saldırmak istediği zihniyetin yerleşmiş değerlerine yazdığı romanın tekniğiyle de saldırmaktadır. Nitekim Atay'ın kurmaya çalıştığı oyunlar post-modern romanın sıklıkla başvurduğu tekniklerden birisidir. Önsözler ve mektupla kurulmaya çalışılan şey bir yandan kendinden önceki romanın verili değerlerini de yıkmaktadır. Yine şarkılar ve açıklama bölümleri post-modern roman tekniklerinde görülen bölümler gibidir. Jale Parla, Atay'ın kullandığı bu teknikler açısından okuru özgürleştirme çabasında olduğuna dikkati çeker.(17) Mizah da bu yön doğrultusunda kurulan tekniklerden bir tanesidir. Mizaha, Atay'ın bu olguyu hangi eksen etrafında kullandığına değinmek bizi O'nun yerleşik değerlerin karşısına neyi koyduğunu sorgulamaya iter. Atay mizahı salt yerleşik düzenin verili değerleriyle alayda kullanmaz. Bu değerlerle alay etmektedir fakat kendisiyle de özeleştiriyi aşan bir özalay ilişkisi kurmaktadır. Verili değerlerin karşısına neyi koyduğu sorusuna cevap olarak akla ilk gelen "Tutunamamak" olur. Fakat O'nun kahramanlarının sonlarının intihar ya da şizofreniyle bitiyor olması, Atay'ın "Tutunamamak"ın da altını oyduğunu gösterir.

Huzur'da "Huzursuzluk" Mümtaz'ın kaderiydi.Tutunamayanlar'da da Turgut'un kaderi romanlar yazmak, bir "Tutunamayan" olmaktır. Her iki romanın kahramanları da kendilerini süregiden bir olgunun içinde buldukları - "Huzursuzluk" ve "Tutunamamak" - için belki de bir yönleriyle benzeşmektedirler. Fakat yazarların bulundukları konum ve bu olgunun çözümünü biliyor olmak etrafında düşünüldüğünde Tanpınar ve Atay'ın oldukça farklı yerlerde durduklarını söyleyebiliriz. Tanpınar, Mümtaz'ın içinde bulunduğu çelişkili durumun çözümünü - Mümtaz 'ı toplumsal sorumluluklarını bilen bir kahraman dönüştürmese de - kendisi bilmektedir. Atay ise yaşanılan bu ikiliğin ve bunalımın karşısına "Tutunamamak" ı koyuyor gibi görünmekte fakat onun da altını oyarak okurunu nesnelleştirmekten kaçınmaktadır.

MAHZUN

Mahzun

Hüzün "biz"e özgüdür. Osmanlı'nın yaşadığı, Cumhuriyet'te yaşamakta olan bir ruh durumudur. Batı dillerine, olanca derinliğini vererek çevrilebileceğini sanmıyorum. Hüzün, bir "ardından bakma"dır. Yaşanana. Yaşananın tortusuna. Yaşanmış gerçeklikle birlikte titreşmektir. Yaşanmış üstüne bir yoğunlaşmadır. Yaşanmışın yarı belirsiz değerlendirilmesidir. Kaçırılanlar, yanlışlıklar, acılar, çaresizlikler, geçip giden zamanın bir daha geri gelmeyeceği... Bir pişmanlık, derin bir melankoli değildir. Tutku, kızgınlık, nefret, öfke, coşku (geleceğe yönelik), yoktur hüzünde. Hüzün, gerçekliğin, geçmiş zaman dilimini, dingin bir tatla değerlendirme yaşantısıdır. Çığlık yoktur hüzünde, çılgın bir sevinç de. Hüzün bir talep değildir. Bir beklenti. Bir doyurulması gerekli arzu. Hüzün "olduğu gibilik"le çıkılan bir geçmiş yolculuğudur. Yaşanmışın belli bir ışıkla aydınlatılmasıdır. Turuncu bir ışıkla belki. Rengi hüznü yaşayanın yaşadığına yönelik yorumundan kaynaklanacak ışıkla.

Hüzün, giderek seyrek yaşanır oldu. Gerçeklikle girdiğimiz bir ilişki türü olarak, nasıl yaşanacağını bilenlerin sayısı azalmakta. Mahzun insan bu çağın insanı olarak görünmüyor. Çağımızda üzülen, bunalan, "depresyona" giren insanların sayısı pek çok. Hüzünde, yaşanan sarsıntıların, tutkuların, sevinçlerin, tadların sessiz, telaşsız, insanın iç dünyasında bir yerlerini sızlatan yorumu var.

Mahzun, garip değil. Garip, garipliğinin farkında değil; tıpkı hıyarın hıyarlığının farkında olmayışı gibi. Mahzun: Garipliğinin yarı bilincinde olan biri. Mahzun, garibin geçmişte yoğunlaşanı. Geleceğe kapalı değildir yine de. Geleceğin, gelip geçeceğini duyar. Hüzün, yaşanmış olandaki acı ya da sevincin arasındaki ayırım üzerine odaklanmaz. Yaşanmış sevinç dolu da olsa, bıraktığı tortu hüzündür. Belki, sevinçlerin hüznü, acıların hüznünden daha yoğundur: "Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz." Sevinçlerin uçuculuğu, biricikliği, bir daha "aynı" olarak geri gelmeyeceği... Yine de hüzün, umutsuzluğu, küsmüşlüğü barındırmaz içinde: Dünyadan vazgeçme, geri çekilme değildir. Hüzünde çok alttan alta işleyen bir sevinç bileşeni vardır.

Üzüntünün kabalığını hüzne çeviren de bu sevinçtir. Yaşanmış önünde soğukkanlı bir tebessümle durabilmek! Sanki, "yaşanmış olan, sen neredesin bilmem ama, ne denli yüreğimi burkarsan burk, ben buradayım" deriz, hüzünde. Acı bizi savurmaz, sevinç hoplatmaz, öfke titretmez: Hüzün dingin bir ruh müziğidir: İçinde kıpırtılı sevinçler taşıyan. "Şöyle ya da böyle, ne yaşadım ama!" Yitirdiklerimiz önünde, derin acıların hüzne dönüşebilmesi, bizim mahzunluk duyarlılığımızla ilgilidir. Hüzün, kabalığı, hesabı, kıskançlığı, çıkar hesaplarını kaldırmaz. Onlar gelince, o gider.

Geçmişe hüzün bakışı bir "ders alma" bakışı mıdır? Değildir. Hüzün, "vaaz veren", kürsüde ders notlarını okuyan bir öğretmen değildir. Hüznün öğrettiğini anlayabilmek, hüzün üstüne hüzün yaşamakla olur. Çifte hüzün, hüzünlenmenin hüznüdür. Hüzün, "kullanılacak" yararlanılacak, sömürülecek bir yaşantı değildir.

Bir hâl dir. Hâlde (stimmung!) gerçeklikle girdiğimiz ilişki sonucunda, gerçekliğin farkedemediğimiz boyutları çıkar ortaya. Hüzünde, gerçeğin diğer yaşantılarla tanıyamayacağımız "yüzleri" görünür. Kendimizi bu yaşantıyla yeniden farkeder, yeniden keşfederiz. Düz bir "keşif" değildir bu; hüzünle dönüşürüz.

Saldırganlığın, kabalığın, kurnazlığın, insanları kullanmanın egemen olduğu bir çağda, bir kendini geçmişe bırakarak, geçmişle dingin ilişkiye girme yaşantısı olan, içinde üzüntüyle sevinci bir arada taşıyan hüzün ortaklıkla görünmüyor.

Mahzun insan, savaşın, çıkar kavgasının, politik oyunların uzağındadır. Dünyanın çirkinliği, dünyadaki haksızlıklar, kabalıklar ona acı verir. Bu acı, içindeki gariplikle birleştiğinde hüzne dönüşür. Garip mahzun değildir. Garipliğini hüzünsüz yaşar. Mahzun insanın arada kalmışlığı, bir kıyısında garipliğin diğer kıyısında acıların, yaşam kavgalarının olduğu iki kara parçası arasında, ağır ağır akan derin, geniş, sessiz bir nehir oluşundandır.

Hüzün şairleri, giderek kurumakta olan bu nehiri canlandırabilecek şiirler yazabilecek mi? Yoksa hüzün, bir zamanlar hüzün diye yaşanan bir yaşantının hatırlanmasıyla ortaya çıkan ikinci dereceden bir duyguya mı dönüşecek?