Ardından su dökülmüş gibiydi sanki. Tekrar tekrar geri dönüp, gözlerine değil yüreğine saplansın ve acıtsın diye canını defalarca hatırlıyordu o anı. Güneş ayı kovalıyor, rüzgar bulutları, mevsimler art arda sıralanıyor, mevsimlerle birlikte doğa değişiyor, zaman değişiyor, insan değişiyor, gözlerinde kalan ıslaklık ise hala duruyordu.
Bedenindeki kış gibi mevsimde azmıştı, şiddetini arttırmıştı. Günlerin gecelere bitişik olduğu o mevsim� Sabahın akşama hemencecik kavuştuğu o mevsim� Hani sisli puslu loş karanlık günlerde sabah oldu derken akşam bitiverir gözünüzde. Gökler kapalıdır, güneşi pek göremediğiniz o günlerde. O günler de zindanda geçer gibi sıkıntılıdır. Göklerin suyunu dondururken, pamuk tanesi yapıp yeryüzüne gönderirken, insanların kalplerini taşa çevirdiği mevsim.
Gazetelerde, haberlerde her gün yeni bir donarak ölme haberi çarpıyordu gözlerine. İnanmıyordu her nedense bedenlerin öldüğüne! Ölüm kelimesini her duyduğunda sorguluyordu: Öldü mü? Öldü! Anlamı ne bu sözcüğün? Beslediği saygı mı, sevgi mi?… düşünceleri, eseri mi?… Başkalarında uyandırmış olduğu duygular mı söndü yoksa? Ya da cesur, mert, yürekli, namuslu bir insanın görüntüsü mü siliniyor? Yoksa bunların hepsi mi? Hayır, hayır! Bunlar asla ölmez! Bir insanı ölmekle itham etmek bu kadar kolay olmamalı. Dudaklar belki ölür! Sözler yaşar ve hayatta kalanların yüreğinde �Öldü� denilen insan sonsuza dek yaşayacaktır!�
Donduğunun farkındaydı yokluğunda. Göz açıp kapanıncaya kadar geçmiş olan zaman içerisinde, yokluğunda satırlara yalnız başına yazdığı, el ele tutuşturduğu kelimelerin arasına sakladığı, kimsenin görmesini, bilmesini istemediği özlemi solumuştu. Her nefeste� ve her nefes verişte can çekişen ruhunun teslimiyetine dair dualar ediyordu yalvarırcasına. Biliyordu ki, akacak tek bir damla yaş, onun ruhunu içinde bulunduğu ızdıraptan kurtaracak, özgürce ait olduğunu düşündüğü dünyasına uçacak, silik bir yazı gibi kalacaktı hafızalarda. Bir daha anılmamacasına!
Biliyordu çünkü. Kaybettiklerinin sınırlı olmadığını. Görünmeyen onca şeyi kaybetmişti ki, her gün listesine yeni bir madde ekleniyordu. Somut maddelerin ardından soyutları sıralamaya başlamıştı� Biliyordu; çünkü ne kadar zamandır evinin kapısı çalınmamış, evin içerisine sinmiş rutubet, sigara, alkol kokusuna öyle bağışıklık kazanmış, dışarı adımını atıp biraz hayata karışıp yalnızlığından, havasızlığından ve yaşantısızlığından kurtulmak için adımını dahi dışarı atmamıştı. O kapı hiç açılmamıştı.
Kendi dahil tanıyan herkes bedeninin yaşadığını, ruhunun ızdırapla can çekiştiğini ve son nefesini vermek üzere olduğunu biliyordu. Yaşamak� Uzamış saçlarıyla karışmış sakallarının arasında hangi canlıların yaşadığı belli değildi. Yapış yapış saçları karışıktı. Dönmeyişinin aramayışının ardından yüzüne derin bir çizgi atılmaktaydı. Gözleri çukurlarına kaçmış, morarmış, kararmış göz çevresindeki renklerde görüyordu her şeyi. İçtiği alkol ve sigara dişlerini ömrünü doldurmuş ve devrilmek üzere olan ağaç gövdelerine çevirmişti. Nefesinin kokusuyla iğrençleşen evin havası, yaşamış olduğu yalnızlığın hediyesiydi ona. Ellerinin üzeri bile nasır kaplamıştı; duvarlardaki kurumuş kan izlerinden� Tırnakları uzamış, araları pislikten ve kurumuş kan lekelerinden kararmıştı.
Umudu yoktu artık. Tek kurtuluş yolunun bu esarete izin vermek olduğuna inanıyordu. İlk defa o zaman, onun gözünün önünde birinin son nefesini vereceğine inanıyordu. Aynaya baktığında yansıyan yüzünde katil birini görebilirdi. Ve böylece onun bedeninin herhangi bir yerine ölü kanı bulaşacağını düşünüyordu. İlk defa yıkılmış ve yakılmış hayatlar göreceğini�
Oysa ona duymuş olduğu sevgi esaretinden değil, özgürlüğündendi. Onca kadının arasından ona akan, onun için atan yüreğinin özgürlüğünden�