Yaptıkları yolculukta her birinin amacı farklıydı.
Kimi çoluk çocuğunu,
Kimi yaşlı anne – babasını, küçük kardeşlerini geride bırakmıştı.
Aileleri için umutlular …
Para kazanıp ailelerine gönderecek,
Fukaralığın belini kıracaktılar …
Gidiş için çekilen onca eziyet, kahır, çile …
Ne olursa olsun sonuçta istedikleri yere varmıştılar.
Gerçi daha vardıkları an hayal kırıklığına uğramıştılar ya, olsun …
Şimdi Fransa daydılar !
Daha önce hiç görmedikleri insanlardan burda yığınla vardı.
Çoğunun da burnu bir karış havada görünüyordu …
İlk işleriydi, inşaatta amele olarak çalışıyorlardı.
Sekizer kişilik üç yatakhaneleri vardı.
Gündüzleri akşama kadar durmak yoktu.
Bu gavurların her şeyi böyle nizamiydi.
Burda istediğin zaman sigara içemiyordun
Çay molaları yoktu ikide bir …
İki kelime sohbet edemiyordun …
Akşama öylesine yorgun geliyordun ki birbirleriyle daha sohbet etmemiş,
Birbirlerinin memleketlerini bilmeyen on kişiye yakın gurbetçi vardı.
Gurbetçiydi, işçiydi, emekçiydi, umuttular …
Gecelerini gündüzlerine katacaktılar …
Geride bıraktıklarına para gönderecektiler …
Tabi içlerinde geldikleri yeri unutmak isteyenlerde vardı.
Kazandıklarını içkilere yatıranlar,
Bonjur u öğrenip madam – madam diye haykıranlar da vardı.
Onlar için yeni bir dünyanın kapısı açılmıştı.
Önce kibarlıktan kırılmak üzere olan bu saray dilini öğreneceklerdi.
Sonra biraz para,
Ve en büyük idealleri madamlardan biriyle hoş beşti …
Biri Cumali, biri Nevzat, biri Serkan, İsmet, Neşet, Nusret …
Ve Ahmet … Ahmet duygu sağanağıydı.
Ahmet beş kız kardeşin ağabeyiydi.
Ahmet yaşlı ve hasta anasıyla babasının ilk göz ağrısıydı.
Ahmet herkesten hüzünlü, herkesten garipti.
Ahmet ilk mektubundan onbeş gün sonra aldığı tüm maaşını ailesine göndermişti.
Ahmet şirketin verdiğiyle idare ediyordu, ekstradan bir kuruş harcamıyordu.
Hem bu ülkeyi sevmemişti.
Bu garip ülke de sırıtıyordu.
Beyazların içinde kahverengi gibiydi, hatta hiç keşfedilmemiş kadar tuhaf bir renk.
Beden ölçüsünü çok fazla aşmıştı bu ülke …
Anne ve babasını Adana lara, Ankara lara, İstanbul lara götürecek kadar para gönderip vatanına dönecekti.
Yurdunun minarelerinde dillenen davudi sesli ezanları özlemişti.
Buradaki apartmanlara karşın köyünün yerden bir buçuk metre üstündeki evlerini özlemişti
Köyünün yeşillerini özlemişti
İneklerini, koyunlarını, keçilerini …
Köyünün vakitsiz öten horozunu özlemişti
O koca koca domatesleri, sivri biberleri …
Bordo iz bırakan tombul dutları,
Kızarmış narları, bal gibi tatlı üzümleri …
Köyün ortasından akan kirli suyu özlemişti …
Özlemişti iste, köyünü, kasabasını, şehrini …
Anadolu yu özlemişti hadsiz hesapsız …
…………………….
Özlemlerle dolu iki yıl geçmişti.
Ahmet dönüşsüz gidişatı yapmak isteyen tek kişiydi.
Bavulu geldiğinin aynısıydı;
Artı bir mendil bile almamıştı.
Patronun işçilere gönderdiği birer gömlek hediyesini de başkasına vermişti.
Helalleşti tüm arkadaşlarıyla
Doğruca otobüs terminaline
Daha şimdiden asil yurdun kokusu burnuna geliyordu
Otobüs perona yaklaşır yaklaşmaz atıverdi kendini koltuğuna …
– Bu ne acele, bu ne telaş Ahmet demeyin
Ahmet in yüreği yaralı kuş gibi:
Beş kız kardeşin ağabeyi olmak kolay mı ?
Yaşlı ve hasta bir anayla babanın tek erkek evladı olmak kolay mı ?
İki yıl, yirmi dört ay, yedi yüz otuz beş gün gurbette çalışmak kolay mı ?
Ahmet yolculuk boyunca gözlerini kapamamaya çalışıyordu
Anne ve babasını, kız kardeşlerini, köyünü düşündü.
Köylerinin köpekleri bile gözlerinde tütüyordu.
Ahmet üç gün sonra köyüne vardı
Köyde bir matem havası,
Bir ölüm sessizliği, suskunluk, durgunluk …
Ahmet i görenler ona nemli gözlerle bakıyor
Ahmet i görenler ağlıyor
Annesinden sonra Ahmet in babası da …
Lokman HAMİTOĞLU
_________________
Biz İnsanlar
Ne ben ilk mahkumum
Nede son mahkumum
Hapishanelerin göreceği
Biz insanlar
Biz insanlar dünyanın efendileri olarak
Önce zalim olmayı
Sonra zulüm etmeyi öğrendik
Hapishaneler inşa ettik
Özgürlüğümüz için !…